9 Mart 2012 Cuma

Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) Ve Varoluşçuluk


Film, gerilimli bir jenerik müziğiyle başlar. Ancak bu müzik kısa bir süre sonra
neşeli bir melodiye dönüşür. Jenerikte eski moda giyimli çiftler dans eder. Yapılan
dans yarışmasının birincisi, sonradan Diane / Betty olarak tanıyacağımız kişidir.
Diane, ödülünü almak için sahneye çıktığında yanında, danstaki eşi yerine yaşlı bir
çift vardır. İzleyicilerden biri ona gerçek ismi olan “Diane” yerine, “Betty” diye
seslenerek tezahürat eder. Böylece, Diane’in dans yarışmasında birinci olmadığını,
bunu hayal ettiğini anlarız.
Alkış sesleri, uyuyan birinin odasına kadar eşlik eder. Odanın içinde telefon
çalar. Filmin ilerleyen sahnelerinde odanın Diane’e ait olduğunu anlarız. Diane, o
sırada öznel gerçekliği tercih etmiş, kendi kimliği terk etmiştir. Bu nedenle telefonu
yanıtlamaz.
Kayıp Otoban gibi, bu film de karanlıkta ilerleyen bir arabanın görüntüsüyle
başlar. Yönetmen, filme Hollywood’un üst açı ile çekilmiş görüntüsünü ekler. Bunun
nedeni, filmin sadece aşkta kaybeden bir kadının hikayesi değil, aynı zamanda onun
sinemadaki temsili ile de ilgili olmasıdır.
Araba durur. Önde oturan adam, arkadaki kadına bir silah doğrultur. Ancak, bir
başka arabanın onlara çarpması ile adamlar ölür, kadınsa kaçar. Bunun üzerine, İkiz
Tepeler ve Kayıp Otoban’da olduğu gibi iki dedektif, olay yerine gelip araştırma
yapar. Kaçan kadın, tatile giden bir başka kadının evine sığınır.

Winkies adlı kafede bir adam, arkadaşına gördüğü rüyayı anlatır. Rüyasında
gördüğü korkutucu görünüşlü adamın, gerçekten orada olup olmadığına bakmak için
binanın arkasına giderler. Rüyasını anlatan adam, gerçekten de korktuğu kişiyi görür
ve ölür. Bu sahnenin aslında filmle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Burada anlatılan,
filmin öznel bir gerçekle, nesnel bir gerçek arasında gidip geleceğidir. Bu sahne,
öznel gerçekliğin karşısında hor görülmesine yönelik eleştirisi olarak
değerlendirilebilir.
Mafya üyeleri birbirlerini telefonla arayarak, bir kızın kayıp olduğunu söyler.
Adamların, trafik kazası geçiren kadından bahsettiklerini düşünürüz. Ancak, filmi
sonuna kadar izlediğimizde, arananın Diane olduğunu görürüz. Cevaplanmayan
telefon Diane’in evindekinin aynısıdır. Nesnel gerçeklikte Diane’in evinde iki farklı
telefon olduğunu görürüz. Film, Diane’in öyküsünü anlatır. Dolayısıyla, mafyanın
aradığı Diane’dir.

Betty, jeneriğinde gördüğümüz yaşlı çiftle uçaktan iner. Çiftle yolculuk sırasında
tanışmıştır. Yaşlı kadın, onu büyük ekranda izleyeceğini söyler. Buradan Betty’nin
bir oyuncu adayı olduğunu anlarız. Betty’nin yanlarından ayrılmasının hemen
ardından, çift ürkütücü bir şekilde güler. İzleyici için bu gülüşe anlam vermek güçtür.
Ancak, filmin kritik noktalarında görünen bu iki karakterin kimlikleri ile ilgili
değerlendirme yapmak gerekir. Çiftin, toplumsal değerleri benimsemiş, geleneksel
bireyler oldukları söylenebilir. Ayrıca onlar Betty’nin oyunculuk yeteneğini
değerlendirecek izleyicilerdir. Sinema, izleyiciye tek taraflı bir yargılama olanağı
tanıdığı için, Diane çift karşısında korunmasızdır.
Betty, teyzesi Ruth’un yaşadığı yere gider. Sitenin yöneticisi Coco’dan evin
anahtarını alır. Eski görünümüne rağmen eve olan hayranlığını gizleyemez. Banyoda
kazadan kurtulan kadını görür. Onun, teyzesinin bir arkadaşı olduğunu düşünür ve
ismini sorar. Kadın, kazanın etkisiyle hafızasını kaybetmiştir. Philip Lopate’e göre,
kara filmlerdeki kadın karakterleri tehlikeli yapan bilinçsizlikleridir. Mulholland
Çıkmazı’ndaki Rita da aynı şekilde amnezi yaşar, verdiği sözleri unutur
(http://www.lynchnet.com/mdrive/filmc1.html).
İsmini hatırlayamayan kadın, Rita Hayworth’ın oynadığı Gilda filminin afişinden
esinlenerek kendine Rita ismini verir. Afişte “onun gibi bir kadın hiç varolmadı”
yazar. Bu cümle, Rita’nın Betty üzerindeki yıkıcı etkisini vurgular.
Yönetmen, taşradan gelen Betty için büyük düşler ve risklerle dolu bir ortam
olduğunu göstermek için Hollywood’un görüntüsünü tekrar filmine ekler.
Bir yapım şirketinde, takım elbiseli adamlar yönetmene, başrol oyuncusunu
yeniden seçmesi için baskı yapar. Yönetmene, Camilla Rhodes adlı bir aktrisin
fotoğrafını gösterip, yeni oyuncunun o olması konusunda baskı yaparlar. Yönetmen
Adam, onları geri çevirir. Tepkisini mafya üyelerinin arabalarının camlarını kırarak
gösterir. Bunun üzerine mafya lideri, çekimlerin durdurulmasını emreder.
İki serseri sohbet eder. Adamlardan biri, Rita’nın geçirdiği kazaya sebep
olmuştur. Diğer adam beklenmedik bir anda kazaya sebep olan arkadaşını öldürür ve
Telefon Numaralarıyla Dünya Tarihi adlı bir kitabı çalar. Kazayla iki kişiyi daha
öldürmesine neden olur. İzleyici, uğruna cinayet işlenen kitabın adına dikkat
etmelidir. Telefon numaraları ile dünya tarihini bir arada düşünmek zor olsa da,
kitabın ismi filmin ilerleyen dakikalarında anlam kazanır. Camilla’nın önemli bir
oyuncu olduğunu öğrendikten sonra, ilk rolünü mafyayla olan yakınlığından elde
ettiğini anlarız. O, başarısını telefon numaralarına ve kişisel ilişkilerine borçludur.
Diane ise, yeteneğiyle yükselmeyi denemektedir. Filmin ilk yarısında Betty’nin bunu
başardığını görürüz. Ama, nesnel gerçek farklıdır. Diane, sinemada tutunamamıştır.
Diane’nin dans yarışmasında birincilik kazandığı ve teyzesinin sinema dünyasında
bir yerinin olduğu şüphelidir. Yönetmen, bize sinemada yükselmek için kişisel
ilişkilerin öneminin yadsınamayacağını gösterir. Bu nedenle, çalınan kitabın film için
özel bir anlamı vardır.

Betty, teyzesi ile konuşur. Rita’nın teyzesinin arkadaşı olmadığını anlar. Durumu
açıklığa kavuşturmak için Rita’yla konuşur. Rita, ona kaza geçirdiğini ve hafızasını
kaybettiğini anlatır. Birlikte bir ipucu bulabilmek için çantasını açarlar. Çantadan
yüklü miktarda para ve mavi bir anahtar çıkar.
Kitabı çalan adam, sokaklarda Rita’yı arar. Betty’e benzeyen sarışın bir fahişeden
bilgi almaya çalışır. Para yüklü bir çantayla ortadan kaybolan ünlü bir aktrisin,
fahişeler arasında aranması şaşırtıcıdır.
Yönetmen Adam, sekreterinden çekimlerin durdurulduğunu öğrenir. Eve gitmeye
karar verir.

Rita kaza olduğu sırada Mulholland Yolu’na gittiğini hatırlar. Betty, isimlerini
vermeden, polise telefon etmelerini ve yolda bir kaza olup olmadığını sormalarını
önerir. “Her şey filmlerdeki gibi olacak. Başkasıymış gibi yapacağız” der. Bu cümle,
Lynch’in her iki filminde yer alan kameraya işaret eder. Böylece kameranın ve
sinemanın kişiye gerçeği değiştirme özgürlüğü verdiğini vurgular. Ancak, Kayıp
Otoban’da Fred, kamera nedeniyle cinayeti işlediği gerçeğinden kaçamamıştır.
Dolayısıyla Lynch, bu iki filmle kameraya zıt anlamlar yükler. Kamera, hem
gerçekleri çarpıtma özgürlüğü veren, hem de gerçeklerden kaçmamızı engelleyen bir
aygıttır. Her iki durumda da kamera büyük bir güce sahiptir.
Adam Kesher, evinin önünde üzerinde “havuz temizleme” yazan bir araba görür.
İçeri girer, yatak odasında karısını bir başka adamla birlikte bulur. Bu adam
tarafından kendi evinden kovulur. Karısı, hiç suçlu değilmiş gibi davranır. Aynı tavrı,
daha sonra Rita ile Adam, Diane’e gösterirler. Diane, yine nesnel gerçekliği
çarpıtarak öznel bir gerçeklik yaratır. Aslında istenmeyen Adam değil, Diane’dir.
Gerçekten de bir aşk üçgeni vardır. Ama bu üçgen Adam, Diane ve Rita arasındadır.
Bu aşk ilişkisinde ise dışarıda bırakılan Adam değil, Diane’dir. Diane, gerçekleri
kendine itiraf edemez. Aşk üçgenini tersine çevirir ve kurban konumuna Adam’ı
yerleştirir.

Betty ve Rita polis merkezini arayarak, Mulholland Yolu’nda bir kaza olup
olmadığını sorar. Daha sonra, Winkies’e girip, kaza ile ilgili olarak gazeteleri
tararlar. Gazetelerde, konuyla ilgili bir haber yoktur. Bunun nedeni, nesnel
gerçeklikte bir kaza olmamasıdır. Ancak, Rita garsonun isim kartını görünce
heyecanlanır. Aceleyle eve geri dönerler. Rita, aklına gelen ismin “Diane Selwyn”
olduğunu, bunun kendi ismi olduğundan şüphelendiğini söyler. Telefon defterinden
ismi tararlar. Şehirde, bu ismi taşıyan tek kişi olduğunu görüp, numarayı ararlar.
Betty, insanın kendisini aramasının tuhaf olduğunu söyler. Aslında, film boyunca
yapılan, kişilerin kendilerini aramalarıdır.
Mafya üyeleri, Adam Kesher’ın evine gider. O sırada bir otel odasında kalan
yönetmen, gece yarısı otelin sahibi tarafından uyandırılır. Bankadaki hesabının
kapatıldığını öğrenen Adam, sekreterini arar. Kadın, kendini Kovboy olarak tanıtan
bir adamın onunla buluşmak istediğini söyler.
Louise adlı bir kadın, Betty’nin evine gelir ve birinin başının belada olduğunu
iddia eder. Coco, Betty’nin, Ruth’un yeğeni olduğunu söyleyerek kadını
rahatlatmaya çalışır. Betty, ismini söyleyerek kendini tanıtır. Louise, Betty’nin
aslında Diane olduğunu ve kendi varlığını reddettiğini biliyormuş gibi, bu sözlere
inanmaz.
Adam, Kovboy’la buluşacağı yere gider. Kovboy da, Gizemli Adam gibi tanrısal
özellikler taşır. Yılmaz, Silgikafa’daki radyatördeki kadın ile İkiz Tepeler’deki cüceyi
de aynı kategoride değerlendirir (2004: 29). Ben Turk de, bu karakterlerin dinin
yerini tutan unsurlar olduğunu savunur. Bu karakterler, kimsenin bilmediklerini bilir.
Diğer karakterlere yol gösterir veya emir verir (http://actionmagazine.com/article).
Celeste, Gizemli Adam’ın Fred’in karısını öldürmesine dair unutkanlığı ve
bilinçsizliği olarak yorumlar (thecityofabsurdity.com/papers/celeste.html).

 Kovboy, Hollywood’un iyi için kullandığı ikondur ve bilinci simgeler. Ancak bu filmlerde
Gizemli Adam’ı, kötülük ve bilinç yokluğuyla; Kovboy’u ise, iyilik ve bilinçle
ilişkilendirmek için bir sebep yoktur. İki karakter de, iyinin ve kötünün ötesindedir.
Kovboy’un gelişi elektrik akımını etkiler. Buradan, onun doğaüstü özellikleri
olduğunu anlarız. Kovboy, Adam’a, bir adamın davranışının onun yaşantısını
belirlediğini söyler. Bu, varoluşçuluğun insanın düşündüğü gibi olduğu ve
davranışlarıyla belirlendiği görüşü (Camus, 2002: 143) ile örtüşür. Bu nedenle,
Kovboy’un varoluşçu bir karakter olduğu söylenebilir. Kovboy, Adam’a akıllı
olduğunu düşünmekle meşgul olduğunu söyler ve onu sözleriyle ilgilenmemekle
suçlar. Sonra, kendisine fotoğrafı gösterilen kızı seçmesini öğütler. Eğer doğru olanı
yaparsa, kendisini bir kez, yanlış olanı yaparsa iki kez daha göreceğini söyleyerek
gider. Kovboy, Adam’a bu sözleri söylerken, aslında Diane’e seslenir. Adam,
Kovboy’un verdiği emirleri uygulamadan filmine tekrar başlayamaz. Böylece bu
filmde de, kameranın sahibinin Kovboy olduğunu anlarız.
Tekrar “Hollywood” yazısını görürüz. Bu yazının arkasından izlediklerimiz,
Betty’nin sinemadaki temsili ile ilgilidir. Betty, Rita ile prova yapar. Coco, Betty’nin
evine gelir ve ona Rita’nın kim olduğunu sorar. Sorun yaratıyorsa ondan
kurtulmasını ister. Tekrar iki dedektifin görüntüsü ile karşılaşırız.
Betty, seçmelere gider. Evde çalıştığı sahneyi, jürinin önünde tekrar oynar. Klein,
Betty’nin Chad Everett ile yapılan seçmelerin filmin kalbi olduğunu söyler. Çünkü
bu sahne bize, Diane’in kendine dair idealleştirilmiş, başarılı aktris imajını gösterir
(http://dir.salon.com/ent/movies/review/2001/10/12/mulholland_drive/index.html).
Jürinin tepkisinden Betty’nin yetenekli bir oyuncu olduğunu anlarız.
Jüri üyesi iki kadın, onu başka bir filmin seçmelerine götürür. Bu, Adam
Kesher’ın filmidir. Betty içeri girince Adam, onun varlığını hissetmiş gibi arkasına
döner. Bakışlarından Betty’nin güzelliğinden etkilendiğini anlarız. Diane öznel
gerçekliğinde kendisine Adam tarafından beğenildiğini telkin eder. Oysa, gerçekte
Adam’ın beğendiği Camilla’dır.

Adam, Kovboy’un dediği gibi, Camilla Rhodes’u görünce, “Kız bu” der. Betty,
Rita’yla buluşmak için hızla seti terk eder. Sinema, Betty için Rita ile buluşacağını
unutmasına neden olacak kadar önemlidir. Ama Rita aklına gelince, Betty için aşk ve
sinema arasındaki öncelik sıralaması değişir. Rita’yla buluşmak için kariyerini
etkileyebilecek bir ortamdan ayrılır. Aşkı, sinemaya tercih eder.
Betty ve Rita birlikte taksiye biner. İki dedektif, arabalarında nöbet tutmaktadır.
Rita onları görünce korkar. Diane Selwyn’in evine gelirler. Kapıyı açan kadın, Diane
Selwyn ile evlerini değiştirdiklerini söyler. Selwyn’in yeni dairesine gizlice girerler.
İçeride sarışın bir kadının cesedini bulurlar. Rita korkar, ancak Betty sükunetini
korur.
Eve döndüklerinde Rita, yasadışı işlerle ilgisi olduğunu düşündüğü için, saçlarını
kesmeye başlar. Betty, onu peruk takmaya ikna eder. Böylece iki kadın, fiziksel
olarak birbirine benzer.
Rita, yatağında yatan Betty’nin yanına gelir. Betty, ona birlikte
uyuyabileceklerini söyler. Cinsel açıdan yakınlaşırlar. Betty, Rita’ya ona aşık
olduğunu söyler. Ama, Rita ona yanıt vermez.

Rita, uykusunda sayıklar. Betty’i uyandırır, kendisi ile bir yere gelmesini ister.
Birlikte Silencio adlı bir klübe giderler. Sahnedeki adam, izleyicilere, orkestra
olmamasına rağmen bir müzik duyacaklarını ve tüm gösterinin bant kaydı olduğunu
söyler. Mekan tiyatro sahnesi olmasına rağmen, izlediklerimiz sinema ile ilişkilidir.
Rebekah Del Rio sahnede, İspanyolca’da “ağlamak” anlamına gelen bir şarkı
söyler. Şarkıcı, Rita ve Betty ağlar. İlk kez bu klüpte, Betty zayıflık gösterir. Güçlü
ve neşeli genç kadın imajını yitirir. Şarkıcı sahnede bayılır, ama şarkı sürer. Betty,
izlediğinin bir yanılsama olduğunu anlar. Öznel gerçeklikte olduğunu fark eder.
Şarkıcının bayılmasına rağmen, müziğin sürmesi yalnızca sinemada rastlanabilecek
bir durumdur. Bir oyuncunun sahnedeki kimliğinin gerçek olmayışı gibi, kendine
seçtiği kimliğin de bir yanılsama olduğunu görür. Ben Turk’e göre, bu sahne,
Diane’nin sinemanın gerçeklik ve kimlik yaratma gücü üzerine düşünmesini anlatır.
Mekanın tiyatro sahnesi olmasının nedeni, Diane’in de, izleyicinin de film gerçekliği
içinde olmasıdır (http://actionmagazine.com/article).

Betty çantasını açar. Rita’nın çantasından çıkan mavi kutuyu açacak olan anahtarı bulur. Betty’nin nesnel
gerçekliğe geri dönmeye karar vermesi, Rita’ya aşkını açıklamasından hemen sonra
gerçekleşmiştir. Aşk, Betty’yi kendine karşı dürüst davranmaya yöneltmiştir.
Eve giderler. Rita artık güvenli görünmektedir. Kutuyu sakladıkları yerden
çıkarır. Kayıp Otoban’da kendisini öldürmeden önce Renee’nin Fred’e seslenişi gibi,
Rita da, Betty’yi arar. Ona İspanyolca nerede olduğunu sorar. O da, Renee gibi yanıt
alamaz. Rita, kutuyu mavi anahtarla açar. Kutu yere düşer. Büyü bozulur, öznel
gerçeklik sona erer. Betty, Diane’e dönüşür. Ben Turk’e göre, bu noktada Diane’in
fantezi dünyası yıkılır. Bu sahne öz-algı ve kimliğe dair varoluşçu iddialar üzerine
kuruludur. Kendi kimliğimize dair gerçeği bilemeyiz. Kendimizi, toplumdaki diğer
bireyleri ayna olarak kullanarak tanımaya çalışırız. Ama bunu başaramayız, çünkü
diğerlerini tam olarak bilemeyiz (http://actionmagazine.com/article).
Ruth Teyze görünür. Ardından Kovboy gelir ve Diane’e uyanmasını söyler. Bu,
Diane’in Kovboy’u ilk görüşüdür. Diane, doğru olanı yapmıştır, öznel gerçekliğini
terk etmiştir.
Kapı çalar, Diane yataktan kalkar. Bu haliyle, ilk yarıda izlediğimiz Diane
Selwyn’in cesedini hatırlatır. Böylece, izleyici onun aslında Betty değil, Diane
olduğunu anlar. Gelen Diane’in eski ev arkadaşıdır. Kadının erkeksi tavırları
nedeniyle aralarında eşcinsel bir ilişki yaşanmış olabileceğini düşünürüz.
Konuşmalarından üç haftadır Diane’in ruhsal bunalım yaşadığını anlarız. Komşusu
onda kalan eşyalarını ve kül tablasını alır. Betty, sigara içmez, evinde kül tablası
yoktur. Diane’i de sigara içerken görmeyiz, ama telefonun yanındaki kül tablasının
içinde çok sayıda izmarit vardır. Bu, Betty ile Diane’in kişilikleri arasındaki farkın
simgesidir. Betty, saf bir taşra aile kızıdır, ama Diane Hollywood’da kendine bir
kariyer edinmeye çalışırken bu özelliğini yitirmiştir.

Diane, nesnel gerçekliği seçmesine rağmen, zaman zaman öznel gerçekliğe geri
döner. Gerçek adının Camilla olduğunu öğrendiğimiz Rita’nın geri geldiğini hayal
eder. Onun üç hafta önce Diane’i, Adam için terk ettiğini anlarız. Kamera Diane’i
farklı açılardan görüntüler, böylece onun huzursuzluğunu hissederiz. Diane kahve
yapar. Bunun Winkies’deki kahve fincanları ile aynı olduğunu görürüz. Bu ayrıntı,
Diane’in kafede garson olarak çalıştığı anlamına gelebilir.
Diane, kanepeye doğru ilerler. Camilla’nın çıplak bir şekilde yattığını görür.
Diane’in üzerindeki sabahlık yok olmuştur. Tekrar Betty kimliğini yaşadığı
günlerdeki gibi bakımlıdır. Karakterlerin giysileri, izlediğimizin nesnel gerçeklik
olup olmadığı konusunda bize bilgi verir. Camilla, Diane’e ilişkilerini sona
erdirmeleri gerektiğini söyler. Sehpanın üzerindeki kül tablasını görürüz. Komşusu,
kül tablasını Diane’den aldığı için, izlediğimizin geçmişte yaşandığını ve Diane’in
bunu hatırladığını anlarız. Kutuyu açmak fantezi dünyasını ortadan kaldırır, ama
gerçekliğin tamamen başlamasına neden olamaz. Çünkü varoluşsal bunalım, o kadar
kolay bir şekilde çözülemez (Turk, http://actionmagazine.com/article).

Diane, Camilla’nın oynadığı bir filmin çekimlerini izler. Burada filmin adının
Sylvia North Story olduğunu öğreniriz. Filmin yönetmeni Adam, erkek oyuncuya,
Camilla’yı nasıl öpeceğini gösterir. Onları izleyen Diane, Camilla’nın kendisinin
yerine Adam’la birlikte olmak istediğini anlar. Sinemada başarısız olan Diane, aşık
olduğu kişiyi de kaybeder. Sonradan filmin yönetmeninin Adam değil, Todd Burcher
olduğunu öğreniriz. Bu, izlediğimiz bu sahnenin de öznel gerçekliğe ait olduğunu
ortaya koyar.
Camilla, Diane’i evinde ziyaret eder. Ama Diane, onunla konuşmak istemez.
Sonraki sahnede Diane mastürbasyon yapar, görüntü bulanıklaşır. Diane akli
dengesini kaybetmek üzeredir. Telefon çalar, Diane telefonu yanıtlar. Camilla,
Diane’i verdiği partiye davet eder. Parti, Mulholland Yolu’ndadır. Diane, kapının
önünde bekleyen Cadillac’a biner. Araba beklemediği bir yola girer. Öndeki adam,
kendisi için bir sürpriz hazırlandığını söyleyerek Diane’i sakinleştirir. Bunları, ilk
yarıda Rita’nın başından geçerken izlemişizdir. Böylece ilk yarıda izlediklerimizin,
Diane’in yaşadıklarının etkisinde kalarak yarattığı öznel gerçeklik olduğunu anlarız.
Bu öznel gerçeklik Diane’in kendi çektiği acıları, Rita’ya mâl etmesiyle
şekillenmiştir.

Camilla, Diane’i karşılar, partinin yapıldığı eve giderler. Onları Adam ve Coco
karşılar. Coco’nun, aslında Ruth Teyze’nin yaşadığı sitenin yöneticisi değil, Adam’ın
annesi olduğunu anlarız. İlk yarıdakinin aksine, Coco, Diane’e sevmez.
Yemek masasında, Diane onlara kendisini anlatır. Bu sahne, filmin tamamını
anlamlandırmamızı sağlar. Diane, bir dans yarışmasında birinci olduktan sonra
Hollywood’a geldiğini söyler. Masadakiler ona inanmaz. Filmin jeneriği göz önüne
alınınca, bu anlaşılır hale gelir. Diane, sinema endüstrisinde çalışan teyzesinin
öldükten sonra, kendisine para bıraktığını söyler. Diane, ilk yarıda, Ruth Teyze’nin
bir filmin çekimi için Kanada’ya gittiğini söylemiştir. Amerika’da, “Kanada’da film
çekmek, ölmek demektir” şeklinde bir deyiş vardır. Bu, Ruth Teyze’nin hayatta
olmadığını düşündürür. Diane, Camilla ile Sylvia North Story filminin seçmelerinde
tanıştığını, başrolü çok istemesine rağmen Camilla’ya kaptırdığını anlatır. Burada,
önemli bir ayrıntı gizlidir. Bu, Diane’in Camilla ile Adam’ın yakınlaşmalarına tanık
olduğu filmdir. Ama aslında yönetmen Adam değil, Todd Burcher’dır. Bu filmin adı,
masada gerginliğe yol açar. Camilla’nın, bu filmdeki rolü yeteneği sayesinde değil,
mafya ile olan ilişkileri sayesinde aldığını anlarız. Diane, Camilla’nın kendisine
filmlerde küçük roller alması için yardım ettiğini anlatır.
Adam, “benim havuzum var, onunsa havuzda sevişecek bir erkeği,” der. Bu ilk
yarıda, Adam’ın karısının onu havuz temizleyicisi ile aldatmasını akıllara getirir.

Diane’nin yaptığı, öznel gerçekliğinde, Adam’ı kendisi gibi aldatılmaya mahkum
etmektir. İlk yarıda, Camilla Rhodes sandığımız kadın gelerek, gerçek Camilla’yı
öper ve Diane’e alaycı bir şekilde bakar. Diane, incinmişliğini ilk yarıda, bu kadına
mafya sayesinde yükselen kadın imajını yükleyerek ifade etmiştir. Ancak, aslında
haksız bir başarıya kavuşan Camilla’dır.
Diane, Kovboy’u ikinci kez görür. Böylece Diane’in kötü olanı yaptığını anlarız.
Diane yanlış seçim yapar, Camilla’yı öldürme kararı alır. Kovboy’un partide olması
için hiçbir sebep yoktur, ortama uyumlu görünmez. Sadece, Diane’e yanlış olanı
yapacağını göstermek için gelir. Adam ve Camilla, bir duyuru yaparak
evleneceklerini açıklamaya hazırlanırlar. Diane ağlar. Bir kırılma sesini duyarız.
Film zamanda ve mekanda bir sıçrama yapar.

Betty adlı garson, kırılan bardak için özür diler. Diane, daha önce Telefon
Numaralarıyla Dünya Tarihi adlı kitabı çalan adamla birlikte oturur. Onun, bir
kiralık katil olduğunu görürüz. Diane, katile Camilla’nın fotoğrafını gösterir. "İşte
kız bu” der.

Diane, katile parayı verir. Katil de ona, cinayetin işlenmesinin ardından mavi
anahtarı sözleştikleri yerde bulacaklarını söyler. Kasanın yanında, kabusunu anlatan
adam durur. Diane, anahtarın neyi açacağını sorar. Kiralık katil, güler ve soruyu
yanıtlamaz. Ama, yönetmen bize anahtarın açtığı kutunun, filmin başında
gördüğümüz ürkütücü görünümlü kişide olduğunu gösterir. Adam ilk yarıdakinin
aksine, yardıma ihtiyacı olan biri gibi görünmektedir. Bu da film boyunca
görüntülerin bizi aldatacağını gösterir. Her ayrıntı, ilk yarıda izlediklerimize atıfta
bulunarak gerçek anlamını bulur.
Kutu, adamın elindeki kese kağıdının içindedir. Kese kağıdının içinden küçük
boyutta yaşlı çift çıkar. Böylece, çiftin Diane’in yaşadığı sorunlarla ilgili olduklarını
anlarız. Bu iki karakter, aslında Diane’i sevdiği insanı öldürmeye iten nedenleri
temsil eder. Çifti, Diane’in sinemadaki ve aşktaki başarısızlıkları olarak
değerlendirebiliriz.

Diane, evindeki sehpanın üstündeki mavi anahtara bakar, Camilla’nın
öldürüldüğünü anlar. Kapı çalar, dedektiflerin geldiğini düşünürüz. Diane korkar,
yaşlı çiftin kapının altından eve girdiği sanrısına kapılır. Yaşlı çift genç kadının
üstüne yürür. Diane onlardan kaçar. Odasına gider, yatağın üstünde kendini vurur.
Kareye, Hollywood yazısı, Silencio Kulübü, Betty ve Rita’nın görüntüleri gelir.
Kulüpteki mavi saçlı kadın “Silencio” der.

VAROLUŞÇULUK VE KAYIP OTOBAN İNCELEMESİ


Kayıp Otoban karanlıkta, bir karayolunun görüntüsüyle başlar. Celeste’e göre,
yol ilerlemenin metaforudur (thecityofabsurdity.com/papers/celeste.html).
Yönetmen, bu çekimle, daha sonradan isminin Fred olduğunu öğreneceğimiz
karakterin baktığı yerden öyküye bakmamızı ister. Fred, jenerik müziğinde sözü
edilen, ‘sarışın bir yalan’dan kaçar.
Sonraki sahnede, Fred’i evinde, sigara içerken görürüz. Kapının çalmasıyla
kalkan Fred, “Dick Laurent öldü” mesajını alır. Yönetmen fona siren sesi
yerleştirerek, izleyiciyi Dick Laurent’ın kim olduğu sorusuyla baş başa bırakır.
Fred, loş evinde gizemli bir kadın olan karısı Renee ile yaşar. Fred ve Renee,
iletişim kuramayan bir çifttir. Herzogenrath’a göre filmin ilk 40 dakikası
konuşulmayan bir şüphenin etkisindeki bir evliliği anlatır
(http://www.othervoices.org/1.3/bh/highway.html). Akşam kendisini izlemeye
gelmeyen Renee’nin evde olmadığından şüphelenen Fred, onu arar. Renee telefona
yanıt vermeyince, Fred şüphelerinde haklı olduğunu düşünür. Çiftin, varoluşçuların,
iletişimin imkansızlığına dair fikirlerini destekleyen bir ilişkileri vardır. Filmin en
önemli unsurlarından olan kamera, Fred’in, karısından ilk kez şüphelendiği anın
hemen ardından karşımıza çıkar. Renee, kapılarının önünde, evlerinin dış cephesini
gösteren bir video kaset bulur. Bir yoruma göre, ilk kaset bulunduğunda Renee’nin
yüzü korku doludur. Bunun sebebi, Renee’nin kasetin çevirdiği porno filmlerden biri
olabileceğinden korkmasıdır (Herzogenrath,
http://www.othervoices.org/1.3/bh/highway.html).

Çiftin başarısız cinsel hayatlarına tanık olduğumuz sahnede, Fred yine zihninin
içinde siren sesleri duyar. Fred, rüyasında Renee’yi aradığını, ama bulamadığını
söyler. Sonunda gördüğü kişi ise Renee’ye benzemesine rağmen, o değildir.
Renee’nin yüzünde Gizemli Adam belirir.
Gizemli Adam’ın Tanrı’yla ve gerçekleri reddedilemez kılan kamerayla ilişkisi
vardır. Bu nedenle, ikinci kaset Gizemli Adam’ın ilk kez göründüğü bu rüyadan
sonra ortaya çıkar. Ayrıca kameranın, onları evlerinin herhangi bir odası yerine,
yatak odalarına kadar izlemesi de sebepsiz değildir. Birincisi, yatak odası çifte özel
bir yerdir. İkincisi, Fred bu özel ilişki içerisinde başarısızdır. Fred karısına
güvenmediği için, bu başarısızlığın saklanacağına da inanmaz. Kamera çiftin yatak
odasına girdiğinde, Fred’in iktidarsızlığının bir sır olarak kalmadığından
şüphelendiğini anlarız. Kaseti izleyen Renee ve Fred, polis çağırırlar.
David Lynch’in pek çok filminde gözlenebilen “iki dedektif” unsuru burada da
karşımıza çıkar. Mc Kenzie’ye göre dedektifler, Fred’in hâlâ varlığını sürdüren
bilincinin simgesidir (www.thecityofabsurdity.com/losthighway/index.html).
Dedektifler erk sahibi olarak resmedilmez. Polislerin denetleme görevleri kameraya
geçmiştir. Dedektifler, kameranın emirlerini uygulayan sıradan memurlar gibidir.
Tüm parçalar yerine oturana kadar cinayetlerle ilgili yorum yapamazlar. Olayları
anlamlandıramazlar. Lynch hikayeye dedektiflerin değil, kameranın gözüyle
bakmamızı ister.

Fred, dedektiflere olayları oldukları gibi değil, istediği gibi hatırlamayı sevdiğini
söyler. Bu sözlerinden Fred’in gerçeklere tahammülü olmadığını anlarız. Kamera,
onun öznel gerçekliğini yaşamasına izin vermez, ona nesnel gerçekliği dayatır.
İkinci kasetin bulunmasından sonra, Fred’in, Gizemli Adam’la ilk kez
konuşacağı Andy’nin evindeki partiye tanık oluruz. Gizemli Adam, Fred’e daha önce
karşılaştıklarını, bunun da, Fred’in evinde onun davetiyle gerçekleştiğini söyler.
Daha sonra, telefonla evini arayan Fred, Gizemli Adam’ın aynı anda kendi evinde de
olduğunu fark eder. Böylece, Gizemli Adam’ın, dinlerin Tanrı’ya atfettikleri, aynı
anda her yerde olma özelliğini taşıdığı ortaya çıkar. Çünkü, Gizemli Adam
kameranın, sahibidir ve Fred’in gerçeklerle yüzleşmesini sağlar. Celeste’e göre
Gizemli Adam, filmde ikiliklerden, bir dünyadan öbürüne, bir bireyden kendisine
geçişte önemli bir rol oynar (thecityofabsurdity.com/papers/celeste.html). Henüz
Gizemli Adam’ı elinde kamera ile görmemiş olsak bile, evlerine giren ve onları
görüntüleyenin o olduğunu anlarız. Gizemli Adam, Fred’in gerçekleri olduğu gibi
değil, istediği gibi hatırlama arzusunu engeller. Zizek ise, Gizemli Adam’ın,
varoluşçu yazar Kafka’nın karakterleri ile ilişkilendirilebileceğini savunur (2001:
39). Fred, Andy’den Gizemli Adam’ın, Dick Laurent’ın arkadaşı olduğunu öğrenir.
Fred’in diafondan öğrendiğinin aksine Dick Laurent hayattadır. Bu, öykünün
doğrusal akışının bozulduğu sahnedir. Fred, henüz hayatta olan bir karakterin
ölümünü önceden duyar.

Fred’in, yolda Renee’ye sorduğu sorulardan, karısının geçmişi ile ilgili şüpheleri
olduğunu anlarız. Eve geldiklerinde, Renee makyajını silerken, Fred de aynaya
bakar. Celeste’e göre, Kayıp Otoban’ın yalnız yatak odalarında, aynaların yaklaşanı
yutan dişleri vardır. Ayna, bölünmüş kişiliğe gönderme yapar. Rüya ve uyanma,
fantezi ile gerçek arasındaki ayırıcıdır (thecityofabsurdity.com/papers/celeste.html).
Renee, Fred’e defalarca seslenir, ancak ondan yanıt alamaz. Bu, izleyiciye Fred’in
rüyasını hatırlatır. Ancak, bu sefer Fred arayan değil, aranandır.
Fred Renee’yi, rüyanın tersine döndüğü anda öldürür. Fred, bunu hatırlamaz.
Ancak üçüncü kaset, onun olayları istediği gibi hatırlamasını engeller. Mahkeme onu
idama mahkum eder. Filmin nesnel gerçeklikten öznel gerçekliğe geçmesi, yanan bir
kulübenin önünde, Gizemli Adam’ı görmemiz ile gerçekleşir. Yönetmen fona
sevişme sahnelerinde kullandığı müziği yerleştirir. Yol kenarında bekleyen, isminin
Pete olduğunu daha sonra öğreneceğimiz karakteri görürüz. Bu noktada Fred, Pete
adlı karaktere dönüşür.

Pete, suçu işleyen kişi olmadığı için serbest bırakılır. Pete, kendisini özgür
bırakan anne ve babasıyla birlikte yaşar. Bu, Lynch’in filmlerine özellikle kattığı bir
özelliktir. Yönetmen karakterlerine, özgür oldukları yanılsamasını yaratabilmek için
onları aile baskısından arındırır. Mavi Kadife filminde, Jeffrey’nin babası hasta
olduğu için, onu denetleyemez. Aynı şekilde, Mulholland Çıkmazı’nda Betty, Ruth
Teyze’nin tatile çıktığı anda, onun evine yerleşir. Pete de ailesiyle yaşamasına
rağmen, denetime maruz kalmaz. Evine dönen Pete bir bahçede yatar. Bu haliyle
Mavi Kadife’de bahçede yatarken, heyecan dolu günleri özleyen Jeffrey’i hatırlatır.
Pete, bir otomobil tamirhanesinde çalışır. Müşterilerinden biri, Mr. Eddy adında
bir mafya lideridir. Mr. Eddy, Pete’in hayatında eksik olan baba otoritesinin yerini
alır. Yasa karşıtı işlerle uğraşan Mr. Eddy, takip mesafesi kuralını ihlal eden bir
sürücüye şiddet uygular. Zizek, bu tarz karakterlere Lynch’in diğer filmlerinde de
rastlandığını söyler. Mavi Kadife’deki Frank, Vahşi Duygular’daki Bobby Peru,
Dune’daki Baron Harkonnen’i buna örnek olarak verir (2001: 37). Polislerin
konuşmalarından, Mr. Eddy’nin aslında Dick Laurent olduğunu öğreniriz.
Pete, kız arkadaşı ile birlikte olur. Bu sırada iki dedektif sürekli onu takip eder.
Pete, araba tamir ederken, radyodan gelen caz müziğine tahammül edemez. Pete’in
de Fred’inki gibi duyarlı kulakları vardır. Mr. Eddy’nin arabasındaki sorunu hemen
anlar. Ancak Pete, doğa alanındadır; hazzı, gençliği, cinselliği simgeler. Fred ise
kültür alanındadır; sanatı temsil eder. Lynch’in, bu iki karakterin mesleklerini bu
özelliklerine bağlı olarak belirlediği söylenebilir. Pete’in, caz müziğe tahammülünün
olmayışı, onun doğaya uzak unsurlardan hoşlanmaması ile ilişkilendirilebilir.
Pete’in, Renee’yle aynı oyuncu (Patricia Arquette) tarafından canlandırılan
Alice’i ilk görüşü, araba tamir ederken gerçekleşir. Renee’den farklı olarak Alice
gizemli ve soğuk değildir. Alice de, Pete gibi bedensel olanı temsil eder. İlk başta
izlediğimiz, Renee ise Pete’e inandırıcı gelmese de, kitap okuyacağını söyleyen bir
karakterdir. Ancak, bunu Alice’den duymak daha güçtür.
Pete ile Alice birbirlerine ilk kez baktıklarında, aralarına Mr. Eddy’nin görüntüsü
girer. Yönetmen bunu filmine bilerek ekler. Çünkü Pete, Mr. Eddy’den korktuğu için
Alice’e karşı koymaya çalışır.

Pete ve Alice cinsellik merkezli bir ilişki yaşarken, dedektifler onları izler. Onları
tek izleyen dedektifler değildir. Mr. Eddy de, ilişkileri olduğundan şüphelenir. Pete
bunu öğrendiğinde başı döner; Alice’in hayali odasında gezinmeye başlar. Bu,
Pete’in aşk nedeniyle, Fred gücünü yitirdiğini gösterir.
Anne ve babası, Pete’e, Fred’in dönüşüm geçirdiği gece ile ilgili neler
hatırladığını sorar. Pete de, aynı Fred ve Rita gibi amneziye tutulmuştur. Pete,
ailesinden o gece yanında birinin olduğunu öğrenir. Bu kişinin, bunun Gizemli Adam
olduğunu tahmin ederiz.

Ertesi sabah, Pete’in çalıştığı garaja gelen Mr. Eddy onu tehdit eder. Bunun
üzerine Pete ve Alice kaçar. Alice, Pete’e kendisi ile birlikte olması için kadınlara
para veren bir adamdan bahseder. Onun parasını alarak kaçabileceklerini söyler.
Pete, Renee’ye o adamla birlikte olup olmadığını sorar. Bu sahnede izlediğimiz,
Fred’in karısına olan şüpheleridir. Alice’in, o adamla birlikte olduğunu öğrenmesine
rağmen, Pete onu sevmeye devam eder. Daha sonra, Alice, Andy’yi soymak için bir
plan yapar.
Mr. Eddy, Pete’i arayarak bir arkadaşıyla konuşmasını ister. Mr. Eddy’nin
sözünü ettiği kişi Gizemli Adam’dır. Gizemli Adam, Pete’e de kendisini tanıdığını
söyler. Hem Pete’i, hem de Fred’i evlerinde ziyaret etmesi, onun karakterlerin özel
alanlarına girebilecek kadar güçlü olduğunu gösterir. Konuşmasını şu sözlerle
sürdürür: “Uzakdoğu’da bir kişiye ölüm cezası verildiğinde, onu kaçamayacağı bir
yere gönderirler. Mahkum, celladın ne zaman arkasında belireceğini bilmeden
bekler. Sonra onu başının arkasından kurşunlarlar.” Bu sözleri tehlikenin ne zaman
geleceğini bilmeyen kara filmdeki karakterlerin ve Pete’in durumunu betimler.

Pete, Andy’nin evine gider. Salondaki televizyonda, Alice’in oynadığı bir porno
filmi görürüz. Andy aşağı iner ve Pete onu öldürür. Alice’e onu birlikte
öldürdüklerini söylediğinde, Alice bütün suçu Pete’e yükler. Pete; Alice, Renee, Mr.
Eddy ve Andy’nin bir fotoğrafını görür. Her iki kadının da kendisi olup olmadığını
sorunca, Alice kendisini göstererek, “bu benim” der. Müller’e göre, onları aynı
fotoğrafta görünceye kadar Alice, Renee’in reenkarnasyonu gibidir (2000: 409-410).
Pete’in fotoğrafta Renee’yi görmesi, öznel gerçeklikten nesnel gerçekliğe geçildiğini
gösterir. Fred hâlâ kendi bedenine dönmemiştir ve Alice’i gerçek sanmaya devam
eder. Ama, Renee’nin fotoğrafta belirmesi, gerçeklere geri dönmeye hazır olduğu
anlamına gelir. Çünkü, öznel gerçeklikte de aşk onu mutlu etmemiştir. Pete’in
bedenin içinde yine cinayet işlemiştir. Bu durumda, öznel gerçeklikte kalmaya
devam etmesinin bir anlamı kalmamıştır.

Pete, başı döndüğü için üst kata çıkar. Daha sonra tekrar göreceğimiz 26
numaralı odaya yanlışlıkla girer. Aşağı indiğinde, Alice ona silah çeker. Sonra silahı
indirerek, Pete’e kendisine güvenip güvenmediğini sorar. Bu sahne, filmin,
erkeklerin birlikte oldukları kadına duydukları şüpheden beslendiğini ortaya koyar.
Pete ve Alice yola çıkar. Fred’in hücresindeyken gördüğü kulübeye gelirler.
Arabadan indiklerinde, Pete, Alice’e “Neden ben?” diye sorar. Böylece, Alice’in
kendisine aşık olmadığını kabullenir. Kendisinin yerinde herhangi birinin olabileceği
gerçeği ile yüzleşir. Alice’in buna verdiği yanıt “Beni hâlâ istiyorsun, değil mi?”
olur. Alice de ilişkilerinin cinsellik üzerine kurulduğunu ve gücü elinde tutanın
kendisi olduğunu ortaya koyar.

Birlikte oldukları sırada, Alice, Pete’e asla kendisine sahip olamayacağını söyler.
Bu cümlenin üzerine Pete, Fred’e dönüşür. Çünkü, Fred’in kimliğini aşk üzerinden
kurar. Aşık olduğu kadın onu reddedince, o da kendini kabullenemez.
Fred, Gizemli Adam’ı önce arabanın içinde, sonra da kulübenin önünde görür.
Ardından Gizemli Adam yok olur. Aniden yok olmak, ona yüklenen Tanrısal
özelliklerden biridir. Kulübeye giren Fred, yine Gizemli Adam’ı karşısında bulur.
Ona, Alice’in nerede olduğunu sorar. Gizemli Adam onun isminin, Alice değil,
Renee olduğunu söyler. Böylece Fred’I, nesnel gerçekliğe dönmeye davet eder.
Çöldeki kulubede yaşananlar, yönetmenin aile yaşantısının tekin olmadığına dair
inancını ortaya koyar. Çöl, erkeğin ailedeki yalıtılmışlığını ve sevdiği kadın
tarafından terk edilmişliğini simgeler. Bir süre önce Alice’in adının Renee olduğunu
söyleyen Gizemli Adam, ardından Fred’e adını sorar. Böylece onu, Pete ve Alice
karakterlerin gerçek olmadığını anlamaya yönlendirir.

Gizemli Adam, elindeki kamerayı bir silahmış gibi Fred’e doğrultur. Bu, film
genelinde düşünüldüğünde anlamlıdır. Çünkü kamera, karakterler için öldürücü bir
etkiye sahiptir. Gizemli Adam’ın kamerayı kullanarak, Fred’e gerçekleri gösterir.
Fred, gerçeklerle yüzleşmek istemediğinden, kamerayı görünce kaçar.
Fred, Lost Highway Oteli’ne gelir. Daha önce Pete’in, Andy’nin evinde girdiği
26 numaralı odaya girer. İçeride Renee ile Mr. Eddy’i görür. Mr. Eddy’i arabasının
bagajına hapseder. Mr. Eddy, onlara kendisinden ne istediklerini sorduğunda,
Gizemli Adam elindeki kamerayı gösterir. Burada, Renee’nin oynadığı bir porno
filmi görürüz. Fred, Gizemli Adam’ın yardımı ile Mr. Eddy’yi öldürür. Gizemli
Adam, Fred’in kulağına izleyicinin duymadığı sözler fısıldar ve ortadan kaybolur.
McKenzie’ye göre, Gizemli Adam giderken, Alice ve ganimeti de yanında götürür
(www.thecityofabsurdity.com/losthighway/index.html). Gizemli Adamı hem kadını
hem de ganimeti alacak kadar güçlü yapan ise, kameranın sahibi olmasıdır. Tuna
Yılmaz’a göre filmde, tüm ana karakterler, dedektifler, hapishane gardiyanları, Mr.
Eddy’nin korumaları ikilik gösterir. Bunlar hikaye ve bilinç açısından filmin
bölünmüşlüğünü temsil eder. Sadece Gizemli Adam bölünmemiştir. Her iki öyküde
de kendisi olarak kalır ve ve tüm ikilikleri bilir (Yılmaz, 2004: 122).

Dedektifler Andy’nin evine gider. Daha önce Pete’in baktığı fotoğrafı görürler.
Ama bu fotoğrafta Alice yoktur, sadece Renee vardır. Artık öznel gerçeklik tamamen
terk edilmiştir. Alice ve Pete karakterleri yerlerini tekrar Renee ve Fred’e bırakmıştır.
Böylece, döngüsel bir şekilde film başladığı noktaya geri gelir. Celeste’e göre, Kayıp
Otoban’ın anlatımı, doğrusal veya dairesel değil, devirlidir. Başladığı noktaya geri
dönmesi iki saat sürer. Ancak, bu arada film tekrara girmez. Bu nedenle izleyici aynı
nehirden iki kez geçemeyeceğinin farkındadır
(thecityofabsurdity.com/papers/celeste.html).

Pete ve Alice yerine, tekrar Fred ve Renee karakterleri görünür.
Fred, evine gidip kendi diafonundan Dick Laurent’ın öldüğünü söyler. Bu durum,
kişinin birden fazla benden oluştuğu düşüncesini destekler. Pete’in etkisinden
kurtulan Fred, yine de kendisine bir başkasıymışçasına not bırakır. Bu,
varoluşçuluğun, insanın en çok kendine yabancı olduğu görüşüyle örtüşür. İki
dedektif onu kovalar. Fred, yine başını iki tarafa sallar, dönüşüm yeniden başlamak
üzeredir. Fred’in nesnel gerçekliği tekrar terk eder. Fred, kendine yeni bir kimlik
yaratacaktır. Film başladığı gibi yol görüntüsüyle sona erer.

DAVID LYNCH VE VAROLUŞÇULUK



a) Sinemasının Belirleyici Özellikleri

David Lynch, üniversitede resim eğitimi görürken, çektiği ilk kısa filmi ile bir
burs kazanmış ve sinemaya yönelmiştir. Kısa film çalışmalarından sonra Silgikafa /
Eraserhead (1976) adlı ilk uzun filmini çekmiştir. Bu filmde baba olan bir genç
adamın varoluşsal dramını anlamıştır. Ardından Victoria Dönemi İngilteresi’nde
geçen Filadam / Elephant Man (1980) adlı filmini çekmiştir. Bu filmde, fiziksel
olarak deforme olmuş bir adamın öyküsünü anlatır. Yönetmenin üçüncü uzun filmi
Dune (1984) bir bilimkurgu uyarlamasıdır. Bu film, ekonomik anlamda başarılı
olamamıştır. Yönetmen bunun üzerine sevdiği konulara geri dönmüştür. Küçük bir
Amerikan kasabasının içyüzünü işlediği Mavi Kadife / Blue Velvet (1986) filminde,
suç ve gizem önemli kavramlardır. Wild at Heart / Vahşi Yürek (1990) filminde de,
genç bir çiftin ilişkileri üzerinden aynı konuları ele almıştır. Televizyon dizisi olarak
çektiği Twin Peaks Fire Walk With Me / İkiz Tepeler Ateş Benimle Yürür (1991)
güven dolu görünen aile içi ilişkilerin gerçek yüzünü konu edinir. Yönetmen, bu teze
kaynaklık eden Kayıp Otoban ve Mulholland Çıkmazı filmlerinin ardından, Inland
Empire (2006) adlı son filminde benzer konuları işlemiştir.
Bu çerçevede, David Lynch’in filmlerinin ana temalarının, gizem, suç ve
yabancılaşma olduğunu söylemek mümkündür. İnsanların etraflarındaki dünyayı
unutmak istediklerini söyleyen yönetmen (aktaran Mülle
r, 2000: 406), izlenmesi
oldukça güç filmler yapmaktadır. Seyirci, bir yandan gizemin içinde yol alırken,
diğer yandan da filmlerdeki yabancılaştırıcı öğeler nedeniyle sürekli bir şaşkınlık ve
tedirginlik duygusuna kapılır. Lynch’ın bu tedirgin edici öğeleri filmlerine
eklemesinin nedeni ise yaşamın esrarengiz ve gizemli olduğunu düşünmesidir
(Özdemir, 2003: 16).

Yönetmenin ana teması suçtur. Bu filmlerde suç çapraşıktır, suçluların kabusları
vardır ve masumlar bile tamamen masum değildir (Bordwell ve Thompson, 2004:
114). Yönetmen suçu, ailenin içerisine sokarak, tehlikenin uzakta olmadığını
hissettirir. Eve yakın gizemleri seven yönetmen, temiz Amerikan ailesinin ardındaki
gizemi, düzenli sokakları, sakin görünümlü kasabalarda yaşanan suçları açığa çıkarır
(Lynch’den aktaran Yılmaz, 2004: 147). Temiz Amerikan banliyö ailesinin plastik
yüzeyini soyarak irin tutmuş sorunları ortaya çıkarır (Hanson, 2003: 67).
Suçun yönetmenin filmlerinde büyük önem taşımasının nedenini, yaşamında
aramak gerekir. Lynch özellikle Philadelphia’da kötü bir semtte yaşadığı dönemde,
ırklar arasındaki gerginlik, şiddet ve korku ile karşı karşıya geldiği için, filmlerinde
suçu bu kadar çok görselleştirir. Lynch bu dönemde kendisini, dışarıdan sadece bir
duvarın koruduğunu söyler (aktaran Chion, 1995: 12). Yönetmenin o dönemde
yaşadıkları, sadece ince duvarlar tarafından korunan karakterler olarak filmlerine
yansır. Nietzsche’nin bizi, birbirimizden ayıran uzaklığı korumak (aktaran Savaş,
2004: 133) olarak tanımladığı özgürlük, bu mesafenin kısalmasıyla, yönetmenin
filmlerindeki karakterler için ulaşılması güç bir kavram olarak belirir.
Lynch, izleyicisini özgürleştirmek isteyen bir yönetmendir. Bu nedenle
karakterlerinin savunmasını yapmaz, onları sempatik kişiler olarak resmetmez. Onun
yaptığı, özdeşleşmeyi kırmak ve izleyiciye etkin bir şekilde filmi, dışarıdan izleme
fırsatı tanımaktır. Bu da yönetmenin, kurgu yapma erkinin ardına sığınarak izleyiciyi
yönlendirmeye çalışmadığını gösterir. Lynch, izleyicinin algısını denetlemeye
çalışmaz. Eserine çok fazla müdahale etmez, filmiyle izleyicisi arasına girmez.
Böylece izleyicinin filmi yorumlamasına izni verir. Makası, yok edici veya
soyutlayıcı değildir (Chion, 1995: 45).

Yönetmenin, sinemanın izleyici üzerinde özgürleştirici etkisi olduğuna değinir.
Filmlerin insanları aydınlatacağına ve onları değiştireceğine inandığını söyler. Ancak
ona göre, filmlerin çoğu o kadar güçlü değildir. Bir filmin güçlü, aydınlatıcı ve
özgürleştirici olması için daha az soyut, daha az anlatıcı olmaları ve doğrusal bir
zaman akışı içinde ilerlememeleri şarttır (Lynch’den aktaran Yeres, 2004: 301). Bu
yorumundan yola çıkarak, Lynch’in zamanın içinde sarmal olarak hareket eden
sinemasını özgürleştirici olarak kabul ettiğini görürüz.
Tek boyutlu bir gerçeklik yaratmayan yönetmenin filmleri, tüm öncel
yorumlamaları dışlayan bir mantık üzerine kuruludur (Chion, 1995: 21). Filmler, her
izleyicide ayrı çağrışımlara yol açabilir (Teksoy, 2005: 826). Bu nedenle, filmlerin
ana ekseni bireysel ve öznel konulardır.
Lynch’in filmleri için ikiliklerin dünyası yorumu yapılmaktadır. Örneğin, Chion,
Fil Adam’da, Merrick’in gündüzleri mutlu, geceleri ise yatarak uyuyamadığı için
mutsuz bir hayat sürdüğünü söyler. Bu, Lynch’in yarattığı gece-gündüz ayrımından
kaynaklanan bir ikiliktir (Chion, 1995: 49). Bu görüşe göre, masumiyet ve suç
filmlerdeki en önemli ikiliktir. Oysa, yönetmenin karakterleri tamamen masum veya
suçlu değildir. Aksine Lynch’in karakterleri; hem kötü, hem de iyi olabilen; ama
iyiliğini saf bir öze, kötülüğünü de şeytani varoluşuna borçlu olmayan insanlardır. Bu
karakterler kendilerini gerçekleştirmeye çalışan ama bunu başaramayan insan
tiplerinin sinemaya yansımasıdır. Örneğin, Renee’ye tüm kalbiyle bağlı olan Fred ve
Alice’e aşık olan Pete iyi ve saf görünümlerinin altında kötülük gizleyen melek yüzlü
şeytanlar olarak tanımlanamaz. Rahatsızlık verici derecede saf bir insan tiplemesi
olan Betty ve sevgilisini öldürten Diane ise iyi görünüp, sonradan kötü oldukları
anlaşılan sinemasal tiplemeler değildir.
Wood’a göre, Mavi Kadife, Amerikan küçük kasaba yaşamı ile yeraltı dünyası
arasındaki karşıtlığı gösterir. Şaşırtıcı bir şekilde, bu iki dünya birbirleriyle ilişkilidir
(Wood, 2004: 83). Bu yoruma göre, Lynch filmlerindeki hayatlar, masum
görüntüsünün altında kirli ve gizemli bir yapı gizler. Tuna Yılmaz da, yönetmenin
filmlerinin saf iyilik ile katıksız kötülük arasında geçen bir savaş olduğunu savunur
(2004: 26).
Kayıp Otoban ve Mulholland Çıkmazı filmlerindeki ana karakterler, varoluşsal
suçluluk yaşar. Örneğin, Fred, Renee’nin kendisini aldattığından şüphelenmesine
rağmen, bu konudaki duygularını içinde saklar. Renee’nin eskiden porno filmlerde
oynadığını düşünür, ama bunu da açık bir şekilde ifade edemez. Diane ise,
Camilla’nın Adam ile yakınlaşmalarına şahit olduğunda, evde tek başına ağlar; ama
Camilla onu dışarıya çağırdığında öfkesini bastırarak, onun isteğine boyun eğer.
Lynch normal olmayan, ahlakdışı bir dünyadaki insanları sinemaya taşır (Chion,
1995: 126).

Lynch’in malzemesi, modern dünyanın dertleri arasına sıkışıp kalan ve çözüme
ulaşmayacağı umutsuz bir biçimde ortada olan insandır (Yılmaz, 2004: 29). Örneğin
Diane (Mulholland Çıkmazı) ve Fred (Kayıp Otoban), iletişimin imkansızlığını
sonuna kadar yaşayan ve aşkta aradığını bulamayan karakterlerdir.
Bireyin özgürlüğü yönetmen için önemli bir konudur. Vahşi Duygular (1990)
filmindeki Sailor karakteri özgürlüğüne ve bireyselliğine inanır (Chion, 1995: 129).
Ama bu karakterin ayrıcalıklı bir konumu vardır. Çünkü Lynch, tutsak insanların
öykülerini anlatır. Bu filmlerdeki karakterler, özgür olamadıkları için varoluşsal
suçluluk duyar.

Yönetmenin filmlerinde, mutluluğa ulaşmak imkansız olarak resmedilir.
Karakterler mutluluğu, ancak Silgikafa, Fil Adam, İkiz Tepeler, Mulholland
Çıkmazı’nda olduğu gibi ölümde bulabilir. Bu nedenle mutluluk, yalnızca ölümdedir
(Caldwell, http://www.sensesofcinema.com/contents/directors/02/lynch.html). Bu
filmlerdeki karakterler, kendilerini ya gerçekten öldürür, ya da yeni bir kimlik
yaratarak kendilerini yok eder. Bu nedenle filmlerdeki intihar, kişinin bedensel
varlığını yok etmesi ile sınırlı değildir. Yaşarken mutluluğu bulmayı bilmedikleri
için, filmler karakterler için büyük bir yıkımla sona erer. Çünkü bir kez başkası
olmayı seçtikleri için, onlar için artık kurtuluş yoktur. Lynch’in filmlerinde, kişi
kendisi değildir. Pop kültürden birilerinin taklidi ya da içindeki öteki kişilerin
yansısıdır. Ama kimliğini bırakmak kurtuluşu getirmez. Özne ile ondan kopmuş
bilinci birleştirmez (Yeres, 2004: 294).

kaynak.Deniz Tansel

25 Ocak 2012 Çarşamba

Geleneksel Film Anlatısı ve Kurgu İliskisi


Geleneksel anlatının filmsel zamanla olan iliskisinden bahsettikten sonra,
geleneksel anlatının, bu zamanı olusturmakta kullanılan en önemli
sinematografik araç olan kurgu ile iliskisine deginmek gerekmektedir.
Geleneksel anlatıda zaman kullanımı açıklanmaya çalısılırken, bu anlatı
yapısı içerisinde de filmsel zamanda bir takım sıçramalar yapılabilecegine, fakat
izleyicilerin bu sıçramaları da çesitli uylasımlar sayesinde filmsel zamandan
kopmaksızın anlayabilecegine deginilmisti. Erken dönem film kuramcılarından
Munsterberg’e göre, hafıza ve imgelem, kurgunun dogal kaynaklarıdır ve bu
durum da filmsel zamanda oynamalar yapmaya izin veren, dolayısıyla geri
sıçrama ve rüya sahnelerinin uygulanmasını mümkün kılmaktadır (Andrew,
1976:19). Dolayısıyla izleyicinin bu süreci kolayca anlamlandırabilmesinin
nedeninin, agırlıklı olarak kurgu yoluyla yaratılan anlatım teknikleri oldugunu
söylemek yanlıs görünmemektedir. Bu tekniklerin basında da bazılarını
Griffith’in de kullandıgı geçis efektleri gelmektedir.
Bahsedilen geçis efektlerinden birisi kararma-açılma efektidir. Kararma ve
açılma efektleri, geçmiste de birçok filmde kullanılmıstır ve günümüzde de
sıklıkla kullanılmaya devam etmektedir. Görüntünün kararması ve açılması
arasında geçen süre boyunca izleyici siyah bir perdeye baktıgından dolayı,
filmsel zamanda istenilen atlama, izleyicinin zihninde bir sıçrama olmaksızın
gerçeklesebilmektedir. Sözgelimi, bir karakter, filmde A mekânında ve X
zamanında bayıldıgında bu efekt kullanılırsa, açılmadan sonra karakterin B
mekânında ve Y zamanında uyanması, baska bir deyisle zaman ve mekânda
sıçrama yapılması, izleyici tarafından yadırganmayacaktır. Pudovkin’e göre de
kararma efekti, ritmik bir anlam tasır ve kararma, seyircinin sahneden
uzaklasmasını saglarken, açılma efekti de seyirciyi yeni bir çevre ve yeni bir
harekete bilerek sokmayı saglamaktadır (1995:62-63).
14
Kurguda yine filmsel zamanda atlamalar olusturmak amacıyla kullanılan bir
baska geçis efekti ise zincirlemedir. Zincirleme, teknik olarak açıklanacak
olursa, bir görüntünün ısık degerinin yavas yavas azalırken, diger görüntünün
aynı anda ve aynı hızla ısık degerinin artması olarak tanımlanabilir. Burada
önemli olan, perdede görüntünün hiç kaybolmaması, perdedeki toplam ısık
miktarının %100 olarak kalmasıdır. Bu da, filmsel zaman içerisinde birbiriyle
baglantılı olaylar arasındaki zamansal sıçramaları mümkün kılmaktadır. Edward
Dmytryk’e göre (1993:107), “zincirleme, yönetmenin seyirciyi zaman ve yer
içinde istedigi gibi hemen ileri ya da geri tasıyan zaman makinesidir.” Eger
“birkaç görüntü zincirlemeyle birbirine baglanırsa, zincirleme zamanın geçtigini
göstermekle kal[mamakta], olayın sürekli oldugunu da göster[mektedir]. (Büker,
1991:157)”.
Anlatıda olayların dizilisinin tasıdıgı önem, kurgunun anlatı olusturma
sürecinde ne kadar agırlıklı bir yeri oldugunu zaten gözler önüne sermektedir. O
nedenle, kurguyu sadece teknik degil, senaryo asamasından baslayan düsünsel
bir süreç olarak da ele almak dogru görünmektedir. Yine olaylar arasındaki
neden-sonuç iliskileri, Griffith’in gelistirdigi devamlılıga dayalı kurgu yöntemiyle
kurulmaktadır. Bu yöntem sayesinde, izleyici filmsel zaman ve mekânı kolaylıkla
algılamakta, filmdeki nesnelerin ve kisilerin zaman ve mekânla olan iliskilerini
rahatlıkla kurmakta, dolayısıyla perdede akıp giden olaylar arasındaki iliskileri
daha kolay anlamlandırmaktadır.
Griffith’in geleneksel anlatıya sıkı sıkıya baglı filmlerinin, Sovyet kuramcıları
çok etkiledigi ve filmsel anlatımda kurgunun gücünü ortaya koymak konusunda
onlara önemli fikirler verdigi söylenebilir. Bu noktada, dünya sinema tarihinde
çok önemli bir yer elde eden Sovyet montaj kuramcılarından ve bu kuramcılar
içinde en çok dikkat çeken Eisenstein’ın montaj kuramından bahsetmek
gerekmektedir.

ANDRE BAZİN 'İN SİNEMA KURAMI

Gerçeklik, gerçekliği yeniden üretmeyi değil, şeylerin gerçekten nasıl öyle olduğunu göstermeyi de kapsar.” Bertolt Brecht
Andre Bazin 1918-1958 yılları arasındaki 40 yıllık kısa yaşamı süresince sinema üzerine çokça düşünen ve pek çok sinemacıyı derinden etkileyen bir sinema kuramcısıdır.  Bir Fransız olan Bazin, öğretmen olmak istemesine rağmen kekemeliği yüzünden öğretmen olamamış, orduya çağrıldıktan sonra da ilgisini sinemaya yoğunlaştırıp bolca film izlemiş, izlediği filmleri eleştirmeye, eleştirilerinden bir kuram ortaya çıkarmaya başlamıştır. 1951’de kurucuları arasında bulunduğu Cahiers du Cinema adlı sinema dergisinde sinema filmleri üzerine düzenli olarak eleştiriler kaleme almıştır. İtalyan Yeni Gerçekçiliği onu derinden etkilerken, Fransız Yeni Dalgası ve Auteur Kuramı da onun fikirlerinden etkilenmiştir.  Sürekli sorular soran ve anlama çabasında olan Bazin, 1957 yılından itibaren en önemli yazılarını “Sinema Nedir?” başlığı altında bir araya toplamaya başlar; bu koleksiyon ölümünün hemen ardından dört cilt halinde yayınlanır. Ona göre cevap değil, sorunun kendisi (Sinema nedir?) daha önemlidir. 1958’deki ölümünden bir yıl sonra François Truffaut Les Quatre Cent Coup (400 Darbe) adlı Cannes ödüllü filmini ustası Bazin’e ithaf etmiştir.
James Monaco Bazin’in diğer sinema kuramcılarından farklı olarak tek tek filmler üzerine düzenli yazılar yazan bir eleştirmen olmasına dikkat çeker ve ekler, “Bazin ile birlikte sinema kuramı ilk kez bir reçete olmaktan çıkmış, sınırlarının çok iyi farkında olan tümüyle olgun entelektüel bir etkinlik halini almıştır.” (1) Bazin’in sinema üzerine genel çalışma yöntemini Dudley Andrew ise şöyle anlatır, “Bir filmi dikkatlice izleyerek, kendine has değerlerini takdir etmek ve onun içinde taşıdığı anlatım güçlüklerine ve çelişkilerine dikkat etmektir. Sonrasında ise filmin hangi ‘türden’ olduğu ya da olmaya çalıştığını tasavvur edip onu bir tarz ile ilişkilendirir ya da onun için yeni bir tarz imal ederdi… Son olarak ise, bu ‘yasalar’ genel sinema kuramı bağlamında gözden geçirilirdi.” (2) Buradan Bazin’in tümevarım yöntemini izlediğini çıkarsayabiliriz.
Eisenstein’e göre gerçeklik nesnel olarak bulunan ama “inşa edilen” bir şeydi. Bazin ise gerçekliğin bu türden bir inşasına karşı çıkar ve “Sinema, gerçeğin sanatı olarak kendi tamlığına ulaşır,” (3) der. Sinema da tıpkı fotoğraf gibi gerçeği değil, gerçeğin silueti olarak var olur. Ondaki gerçeklik “görsel ve uzamsal” bir gerçekliktir. “Sinemanın esas gerçekçiliği ‘kesinlikle konunun gerçekçiliği ya da dışavurumun gerçekçiliği değildir, bunun yerine uzamın gerçekçiliğidir, onsuz hareket eden imgeler sinemayı oluşturmazlar.” (a.g.e. 229)
Sinema ve fotoğraf bir tür mumyalama işlemidir. Bu sayede onlar gerçekliği mumyalar, onu bir tür ölümsüzleştirir. (a.g.e. 386) Bazin geometriden de örnek vererek sinemanın gerçeklikle ilişkisini, onun gerçekliğin asimptotu olduğunu söyleyerek belirtir. Buna göre sinema ile gerçeklik sürekli birbirine yaklaşan ama asla birbirine temas etmeyen iki hattır; sinema asla gerçekliğe ulaşamaz ama yaklaşır. Nasıl ki gölgemiz biz yürüdüğümüz sürece hareket eder, hep yanımızda var olur, aynı şekilde sinema da böyle bir şekilde gerçeklikle at başı gider. Buradaki gerçeklik bir yönüyle de psikolojik bir gerçekliktir. Çok sevdiği İtalyan Yeni Gerçekçilik ona göre, “Sinemaya gerçekliğin muğlaklığını geri getirme eğilimindedir.” (a.g.e. 387) Böylece gerçekliğin algısal niteliğine dikkatimizi çeker.
Fotoğrafı “kendinde şey” seviyesine çıkarır ve “Tüm sanatlar insanın varlığı üzerine kurulmuştur, sadece fotoğrafçılık onun yokluğundan avantaj türetmiştir. Fotoğrafçılık (dolayısıyla sinema) bizi doğadaki bir fenomen gibi etkiler, bitkiselliği ya da dünyevi kökeni güzelliğinin ayrılmaz bir parçası bir çiçek ya da bir kar tanesi gibi bizi etkilemektedir,” der. (4) “Gerçeklik kurmaca olana üstündür ve bunun için kurmaca gerçeklik hissine öykünür,” (a.g.e. 232) Kendinde şey olarak fotoğraf “bizim için şey” olmaktan çıkmıştır. Bu onun kendine has bir varlık kazanmasıyla aynı şeydir. Bunu, “Sinemanın varoluşu onun özünden önce gelir,” (a.g.e. s. 71) diye de ifade eder.
Bazin, Sessiz Sinema’dan sesliye geçişteki sıkıntılara dikkat eder ve sinemacıları iki gruba ayırır. Gerçeğe inananlar ve görüntüye inananlar. Görüntüye inananları da ikiye ayırır; Plastikçiler ve Montajcılar. Plastikçiler, yoğun görsel çarpıtmaların, gerçeküstü bir dekorun, tiyatromsu oyunculuğun ve ışık kullanımının hakim olduğu Alman Dışavurumcuları’dır. Montajcılar ise Sovyet yönetmenlerin ağırlıkta olduğu, anlamın montajla yaratılacağına inanan Eisenstein, Abel Gance, Griffith, Pudovkin gibi kişilerdir. Gerçeğe inananları ise Robert Flaherty, F.W. Murnau, Carl Dreyer, Eric Won Stroheim, Jean Renoir gibi kişiler olarak tarif eder. (5)Onlar montaja inanmazlar, dekor ve ışık kullanımından kaçınırlar. Amaçları gerçeğin kendisine olduğu gibi ulaşmaktır. İmgenin kendi içindeki anlamı yakalamaya uğraşırlar. Bazin doğal olarak “gerçeğe inananların” tarafındadır. Ona göre izleyen kişi pasif kalmamalıdır, izleyen kişi, “yalnızca gözlerini harekete geçirebilme özgürlüğüne sahip değildir; kafasını döndürmeye de zorlanmalıdır.” (a.g.e. 241)
Eisenstein’in sinema kuramını açıklarken, onun izleyiciyi merkeze alan ilk kuramcı olduğunu belirtmiştik. Bazin’i de izleyiciyi merkeze alan bir diğer kuramcı olarak belirtmemiz gerekir. Ancak aralarında önemli bir fark vardır. Eisenstein izleyiciden kendi yarattığı anlamı özümsemesini bekler. Bunun için de “Bunu nasıl daha iyi anlatırım, nasıl daha iyi anlarlar,” diye düşünür, Bazin ise yönetmenin bir anlam tahayyül etmesine karşı çıkmaz ama asıl anlamın ve onun yan anlamlarının izleyicinin kendisine bırakılmasını, yönetmenin çeşitli araçlar kullanarak sadece ona bir kapı aralaması gerektiğini savunur. İzleyici nereye bakacağını kendisi seçebilmelidir. Eisenstein mesajın sağ salim iletilmesi ve kodun çözülmesi derdindeyken, Bazin mesajın çoklu anlamı üzerine düşünmektedir. Onların filmin derinliğine girmesini ister.
Peki, izleyici filmin derinliğine nasıl nüfuz edecektir. Bazin mise-en-scene, yani mizanseni sinemanın merkezine koyar. Bazin bundan odak görüntüleme ve plan-sekansı kastetmektedir. (a.g.e. 386) Bu teknikler vasıtasıyla izleyici filmsel dünyaya ve uzama çok daha rahat biçimde girebilecektir. Özellikle odak görüntüleme, yani alan derinliğine çok önem verir ve Orson Welles’in Yuttaş Kane (1942) filminin eğer o film için hazırlanan yeni mercekler olmasaydı çekilemeyeceğini söyler. (a.g.e. S.36) Bu yolla izleyici artık çerçevede tek bir noktaya, merkeze değil, dilediği gibi, çevreye de bakabilmekte, kendini bir noktayla sınırlamamaktadır. Buna iyi bir örnek Yurttaş Kane filminde kış gününde çocuğu almak için gelen kişilerin içeride anne ile konuşurken çocuk Kane’nin dışarıda, karlar içinde oynadığı plandır. Önde konuşma geçerken, arka planda bu konuşmanın doğrudan muhatabı olan Kane, aslında film için de kritik bir eylemi yerine getirmektedir. Welles tek bir planda, pek çok planda kesmelerle anlatacağı şeyi çok daha başarılı bir biçimde anlatmıştır. Buna vakıf olmada izleyici tümüyle özgürdür. Bazin bunun üç yönlü bir gerçeklik yarattığını söyler. “Ontolojik gerçekçilik, nesnelere somut bir yoğunluk ve bağımsızlık vermektedir. Dramatik gerçekçilik, aktörü dekordan ayırmayı reddeder ve bu noktada bizim için en önemlisi, psikolojik gerçekçilik, ‘izleyiciyi içinde hiçbir şeyin önsel olarak belirlenmedi gerçek algının koşullarına geri’ götürür.” (a.g.e. 361)
Gerçeklik burada çok katmanlıdır. Bu katmanlar arasında yolculuk izleyiciye bırakılmıştır. “Uzun çekim almak ve alan derinliği sinemanın belirleyici olan hakiki olmasını, onun ilişkisini, onun foto-kimyasal bağını algısal gerçekliğine ve özgül olarak da uzamına vurgu yapmaktadır.” (a.g.e. 254) Bunun insan doğasına da uygun olduğunu, kesmelerle sağlanan “anlam birliğinin” zihinsel bir birlik olduğunu, doğanın aslında dağınık ve parçalı olduğunu, montajın bu muğlak parçaları birleştirdiğini söyler. Ona göre montaj sinema için gereklidir ama sinema onun egemenliği altında değildir. Çekimlerin nerede ve nasıl kullanılacağı filmin kendi özsel dokusuna göre belirlenebilir. Bu özsel doku ise gerçeğin kendisidir. Buna Flaherty’nin Kuzeyli Nanook (Nanook of the North-1923) adlı belgeselinde, balık yakalamaya çalışan Nanook’un bu işi yaparken, kameranın sabit biçimde onu çekmesini, onun mücadelesini ve ona yardıma koşanların gelişini ve bunların hepsinin tek plan-sekansda gösterilmesini örnek verir. Eğer bu sahne kesilip çeşitli planlara (Genel, boy, orta, yakın) ayrılsaydı gerçeklik etkisi yok olur, bunun açık bir kurmaca olduğunu anlardık. Bu belgeselin ihtiyacı olan çekimin bu olduğunu söyler Bazin. Ancak bunu tüm filmlere genellemez. Her film kendine has bir stilde çekilmeli der; önemli olan gerçeklikle kurduğu ilişki ve bunu bize sunuş tarzıdır.
Bazin’in Cahiers du Cinema Dergisi’ndeki yazıları ve genç Fransızların bu dergiye ve sinemaya olan ilgileri Fransız Yeni Dalgası’nın rüzgarı olmuştur diyebiliriz. Zira daha sonra bu akımın önde gelen yönetmenleri filmlerini çekmeden önce eleştiri ve kuramsal düşüncelerini bu dergide yayınlamaya başlamıştır. François Truffaut, Jean Renoir, Eric Rohmer, Jean-Luc Godard gibi isimler bu dergide yazmışlar, Bazin’in fikirlerinden etkilenmişlerdir. Öte yandan Bazin 1951 yılında şöyle der: “Sessiz sinema zamanında kurgu, yönetmenin söylemek istediğini duyuruyordu. 1938’de kurgulama betimliyordu, nihayet bugün yönetmenin sinemada doğrudan doğruya yazdığı söylenebilir. Görüntü, plastik yapısı, zaman içinde düzenlenişi çok daha büyük bir gerçekçiliğe dayandığı için, gerçeği içinden değiştirmek, eğmekte çok bol aracı vardır. Sinemacı artık yalnızda ressamın ya da oyun yazarının rakibi olmakla kalmaz, romancıyla eş duruma geçer.” (6) Bazin bu sözü Aleksandre Astruc’un sinemanın yeniçağına “kalem kamera çağı” (camera-stylo)dediği, Auteur Kuramı’na (La Politique des Auteurs) kapı araladığı bir dönemde söyler ve bu kuramın gelişmesine etki eder. Bu kurama göre Hollywood sistemi içinde örneğin Howard Hawks bile çektiği filmlerinde ortak noktalar ve özellikler yerleştirir, yönetmenin etkisiz eleman sayıldığı bir noktada ona büyük bir önem atfeder. Her film romanın birer sayfası gibidir. Onları birleştirdiğimizde ortaya romanın, bütünün kendisi çıkar.
Bazin sokakları seviyordu, doğallığı seviyordu. Kameranın özgürce hareketini, derinlemesine bir görüntü inşasını, sinemasal zamanın gerçek zamana yaklaşmasını istiyordu. Sinemanın nesnel gerçekliğin kendisine değil de, onun algılanmasına sadık kalmasını istemiyor, sınamacının nesnele sadık kalıp algıyı izleyicinin kendisine bırakmasını istiyordu. Ona göre sinema her zaman kendisinden daha fazladır. O bitmemiştir. Bu bitmemişliği onun en güçlü yanıdır. Bu bitmemişliğin kaynağı insanın kendisidir ve Bazin’in sinema kuramı izleyicinin sinema üzerindeki ağırlığının hissedildiği bir zaferdir.
DİPNOT:
  1. MONACO, James; Bir Film Nasıl Okunur, Çev. Ertan Yılmaz, Oğlak Yayınları, 10. Baskı, 2008, S. 385
  2. ANDREW, J. Dudley; Büyük Sinema Kuramları, Çev. Zahit Atam, Doruk Yayınları, 2010, S. 227
  3. BAZİN, Andre; La Strada, Crosscurrents, Bölüm 6, No, 3, 1956, S.20, Aktaran Dudley Andrew
  4. BAZİN, Andre; Sinema Nedir, Çev. İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, 2000, S. 13
  5. TOTARO, Donato; André Bazin: Part 1, Film Style Theory in its Historical Context, Temmuz 2003, 
  6. Türk Dili Dergisi Sinema Özel Sayısı, 1 Ocak 1968, S. 379
Mikail Boz