17 Aralık 2011 Cumartesi

ENTERESAN BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ QUENTİN TARANTİNO

Sinema tarihinde çok az yönetmen Tarantino’nun yakaladığı başarıyı yakalayabilmiştir. Sadece 7 filmle kendisini dünyanın en iyi yönetmenleri arasında bulmuş biri için herhalde söylenecek çok fazla şey vardır. Tarantino’yu şöyle bir mercek altına yatıralım ve onun kanlı tarihine bir yolculuğa çıkalım. Karşınızda kendisinin her zaman masum biri olduğunu söyleyen TARANTINO. . .

1963 yılı dünyada en çok Kennedy suikastı ile anılır. Amerika büyük bir başkanı kaybetmiştir ama bir yandan da sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden birini
kazanmıştır. 27 Mart 1963’de Knoxville kasabasında henüz çocuk yaşta diyebileceğimiz 16’lık Connie insanoğluna Jr. Tarantino’yu kazandırır. Jr. Tarantino’ya geçmeden önce onun hayatına yön verecek olan annesi Connie’yi tanıyalım. Connie üç çocuklu yoksul bir ailenin ortanca çocuğudur . Şimdi burada yoksulluk edebiyatı yapmak da neyin nesi diyebilirsiniz. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü yazı ilerledikçe bunun Tarantino’nun hayatındaki önemini çok iyi anlayacaksınız. Nerde kalmıştık? Evet; ortanca kızımız Kızılderili babası ve terzilikle uğraşan annesinden hiç de memnun değildir. Yaşadığı hayattan kurtulmak isteyen Connie bütün vaktini sinemalarda geçirmektedir. En büyük hayali oyunculuk olan Connie sonunda kendisinden yaşça büyük olansevgilisi Tony Tarantino ile birlikte kaçar. Bir zamanlar evlerinden kaçıp İstanbul’a meşhur olmaya gelen genç kızlarımız gibi yapmaz. Çünkü onun yolu oyunculuktan geçen Hollywood’a değil Amerika’nın sessiz kasabalarından Knoxville ‘a uzanır. Kendisi gibi meşhur olmayı kafasına koymuş olan country şarkıcısı eşi ile birlikte para kazanmanın yollarını ararlar. Ama bir türlü istediği plağı çıkartamayan Tony Tarantino meşhur olma hayallerinden vazgeçer. Tony ile kaçmasının tek nedeni evden uzaklaşmak olan Connie sevgilisinin başarısızlığı ile hayal kırıklığına uğrar ama hamile olması nedeniyle onun yanında kalır.

Jr. Tarantino’nun doğumundan sonra Connie oğluna adeta kol kanat gerer. Connie’nin sinemaya olan sevgisi Jr. Tarantino’ya Quentin (televizyondaki western dizilerinden biri olan Gunsmoke’da Burt Reynolds’un oynadığı Quınt karakterinin kısaltılmamış hali) adını kazandırır. Böylece Tarantino ucundan kıyısından sinemaya bir anlamda bulaşmış olur. Zaten Connie gibi bir annenin genlerine sahip olması bile onun ileride neler yapacağına işarettir. Ayrıca Connie büyükbabasının adı Jerome’yi de göbek adı olarak koyar. Bu bir Kızılderili adıdır. Ama Tarantino bunu ilerde hiç kullanmayacaktır. Sadece tiyatroya başladığı ilk yıllarda sahne adı Quint Jerome‘ydi.

Gözü hep yükseklerde olan Connie artık kendi ayakları üstüne basmaktadır. Sonunda bir yerlere gelmeyi başaramamış kocası Tony Tarantino’yu terk eder ve Quentin’i de alarak Los Angeles’ın yolunu tutar. Burada kuaförlükten marketlerde çalışmaya kadar pek çok işe girer. Sonunda hayatını değiştirecek olan bir başka müzisyen Curt Zastoupil ile tanışır ve çok geçmeden onunla evlenir. Connie istediği lükse bir anda kavuşur ve yoksul hayattan kendisini ve oğlunu bir anda kurtarır. Quentin de büyümeye devam etmektedir. Ama yaşıtlarından biraz farklı. Çünkü yaşıtları parklarda bahçelerde oynarken o annesi ile o sinema senin bu sinema benim dolaşmaktadır. Henüz altı-yedi yaşında olmasına rağmen annesiyle her tür filmi seyretme şerefine nail olan Quentin o zamanlardan film hazinesini genişletmeye başlar. Öyle ki o yaştaki çocuklar çizgi film seyretmeyi yaşam sayarken Quentin Oscarlı yönetmen Mike Nichols’un büyüme ilişki kurma sorunlarını işleyen erotik filmi CARNAL KNOWLEDGE’dan Sam Peckinbah’ın THE WILD BUNCH ‘ı ya da John Boorman’ın DELIVERANCE gibi şiddet öğesi yüklü filmlerini annesi sayesinde sinemalarda görmüştür. Eeee böyle bir annenin oğlunun normal olması elbette beklenemez. Altı-yedi yaşındaki bir çocuğa DELIVARANCE’ı seyrettirirsen ondan ilerde bir Love Story yapmasını bekleyemezsin.

Okul yılları Quentin için sıkıntılı geçer. Beklendiği üzere hiç de parlak bir öğrenci değildir. Zamanının çoğunu okuldan kaçıp sinemalarda geçirir. Ardı arkası gelmeyen başarısız kız tavlama olayları onu iyice çıkmaza sürükler. Öyle ki ne zaman güzel bir kızın peşinden gitse sonunda çok çirkin biriyle beraber oluyordur. Artık okul da onun için çekilmez bir hal almıştır. Aklı fikri beyazperdede seyrettiği filmlerdedir ve sonunda kararını verir. Kendisi de oyuncu olacaktır. Artık okuldan sinemaya gitmek için değil annesinin yakın arkadaşı aktör James Best’ten oyunculuk dersleri almak için kaçar. 60’lı yıllarda ikinci sınıf filmlerin ikinci sınıf aktörü olan James oyunculuk dersleri yanında Quentin’e kamera tekniği ile ilgili bilgiler de öğretir. Böylece sinema konusunda Quentin’e annesinden sonra yön veren en önemli kişi olur. Yeri gelmişken söyleyeyim. James’in ikinci sınıf bir aktör olduğunu söylemiştim. Bence Tarantino’nun bu kadar kötü bir oyuncu olmasındaki en önemli faktör James olabilir diye düşünüyorum. Neyse biz dönelim tekrar Quentin’in çocukluğuna. Okuldan kaçmaktan derslere bir türlü kendini veremeyen Quentin sonunda öğrenimine son verir ve okulu bırakır. Artık bütün zamanını James’in yanında geçirmektedir. Üç yıl gibi uzun bir süre James’in yanında ders aldıktan sonra bildiği en iyi şey olduğu için sinemada işe başlar. Ama onun gönlü hala oyunculuktan yanadır. Sinemadaki işinin yanında Alan Garfield’ten oyunculuk dersleri alır. Garfield de aynen James gibi 60’lı yılların ikinci sınıf bir tiyatro oyuncusudur ve en az onun kadar kötüdür. Oyunculuk derslerinin yanında çalıştığı sinemada seyrettiği filmlerle her geçen gün film dağarcığını daha da genişletir. Sonunda sinemadaki işine son verip sadece oyunculuk dersleri almaya devam eder. 21 yaşında bir tiyatro ajansına başvurarak Cathryn James ile anlaşma imzalar. Bundan sonraki zamanı tiyatro oyunlarında rol kapabilmek ile geçer. Ama o kadar kötü bir oyuncudur ki bir türlü adam akıllı roller bulamaz. James ve Garfıeld’in ceremesini çekiyor dersek sanırım yeridir. Ajansdaki diğer oyuncuların en büyük hayalleri Al Pacıno Robert De Niro gibi büyük aktörlerle çalışmaktır. Tarantino da onlarla çalışmaya can atmaktadır. Ama onun gerçekte çalışmak istedikleri yönetmenlerdir. Brian De Palma’ya taparcasına hayrandır Francis Ford Coppola ile çalışmayı çok ister. Hele ki Dario Argento ile çalışabilmek için İtalyanca öğrenmeyi bile göze alabileceğini ifade eder. Tarantino tiyatrolarda rol kapmaya çalışa dursun sonunda parada kazanması gerektiğine karar verir. 22 yaşında South Bay’de video dükkanın da çalışmaya başlar. Çünkü filmler hakkındaki bilgi dağarcığından dolayı yapabileceği en iyi işin bu olduğunu düşünür. Aslında çok da doğru bir karar vermiştir. Tüm gün boyunca çalışıp gelenlere durmadan filmlerden bahseder. Bir aralar müşterisi olduğu bu dükkan da bütün filmler şimdi onun elinin altındadır. Burada yapmayı en sevdiği şeylerden birisi de hiç durmadan film seyretmektir. Yalnız bir sorun vardır. Tarantino koymaması gereken ne kadar film var ise onları videoya koyuyordur. Müstehcen bol küfürlü kanlı filmler her zamanki gibi Tarantino’nun favorileridir. Öyle ki Harvey Keitel’ın cani bir piyanisti canlandırdığı FINGERS filmi bu dükkanın en favori filmlerinden birisi olmuştur. Pam Grier’ın vahşet yüklü aksiyon filmlerini herhalde cümle alame en iyi tanıtan Tarantino’dur. Lucio Fulci’nin 7. sınıf korku filmleri her zaman favorilerindendi. Hele ki kung-fu filmleri ilk gözağrılarıydı. Genel bir bilgi Tarantino’nun bildiği herşeyi bu video dükkanından öğrendiği yolundadır. Ama bu yanlış bir bilgidir. Tarantino zaten buraya çalışmaya gelene kadar yüzlerce film seyretmiştir. Connie gibi bir annesi olması onun çocukluğunun sinemalarda geçmesine neden olmuştur. James ve Garfield’den üçer yıl olmak üzere toplam altı yıllık bir oyunculuk eğitimi ve teknik eğitimler almıştır. Hiç sinema okuluna gitmediği doğrudur. Ama öğrendiği her şeyi video dükkanından öğrendiği bilgisi çok yanlıştır. Burası sadece onun kıvama gelmesinde yardımcı olmuş ve onun kafasındaki sinema projelerinin hayata geçirilmesine vesile olmuştur. Ama ileriki yıllar o video dükkanına olan minnet borcunu da ödemeyi ihmal etmez. Şimdiye kadar çektiği bütün filmlerinde filmin sonundaki cast yazılarında Video Archives’e her zaman teşekkürü bir borç bilmiştir. 1995 yılında Video Archives’ın kapanması ile o dükkandaki bütün video kasetlerini satın alır. Böylece bir zamanlar satışını yaptığı filmler artık onun elinin altındadırlar.

Tarantino için zaman hızla akıp gitmektedir. Artık hayalleri için bir yerlerden başlaması gerektiğine karar verir. Onun için oyunculuk değil en önemli şey yönetmen olmaktır. Böylece 1986 yılında ilk filmini çekmeye başlar. İkinci el bir kamera almıştır. Öyle setçisi ışıkçısı yoktur. Her şeyi amatörce halletmeye karar verir. Sonuçta onun tek hayali film çekebilmektir. MY BEST FRIEND’S BIRTHDAY (En İyi Arkadaşımın Doğum Günü) bir komedi filmidir (ne kadar ilginç değil mi?) Genç bir adamın doğum gününün yolunda gitmeyen birkaç sürpriz ile mahvolmasını anlatan “screwball comedy” tarzında bir öğrenci eğlencesidir. Ama ne yazık ki bu filmi hiçbir zaman bitiremez. (Buna pek şaşırmamalı aslında) Kendisinin başrolünde oynadığı sakarlıklar parodisinde iki arkadaşını başrolde oynatır. Ama bir tanesinin başka bir şehre taşınması ile film projesi yarıda kalır. Senaryoda değişiklik yapar ve tekrar çekmeye başlar. Ama bu seferde aldığı ikinci el kamera arızalanır. Dekor olarak kendi evini kullanan Tarantino ne yazık ki bu filmi bitirmeyi başaramaz. Elinde kamerası ile kala kalan Tarantino en sonunda hayallerinin yıkılması ile karamsarlığa düşer ve intihar etmeye karar verir. İntihar planı bile hazırdır. Onun gibi biri hap içerek ya da kendisini boğarak öldürecek değildir. Ölümü de hayal dünyasına yakışan şekilde olmalıdır. Küveti sonuna kadar doldurup içine girecek ve damarlarını kesecektir. Onun için her şey hazırdır. Ama tam o sırada televizyonda THE PARTRIDGE FAMILY(TRUE ROMANCE ve Pulp Fiction filmlerinde sık sık bahsi geçer) adlı komedi dizisi başlar. O diziye hayrandır ve hiçbir bölümünü kaçırmamıştır. Sonunda diziyi seyretmeye karar verir. Oturur ve seyreder. Dizi bittikten sonra kendisine şunu söyler. “Kendimi öldürecek gibi hissetmiyorum!?!” İnanabiliyor musunuz ?!? Onun hayatını bir dizi film kurtarmıştır.

Film çekmek için artık iyiden iyiye yanıp tutuşmaktadır. Ama bunu nasıl yapacaktır? Sonunda kararını verir. Bir senaryo yazacak ve yapım şirketlerinin kapısına dayanacaktır. 1987 yılında TRUE ROMANCE’ı (Gerçek Romantik) yazar. Hayali bu senaryoyu kendisinin filme almasıdır. Kapı kapı dolaşıp senaryosunu beğendirmeye çalışır. Senaryo iyi olmasına iyidir ama hiçbir yapım şirketi Tarantino’nun teklifini kabul etmez. Hiçbir şey yapmamışken böyle şartlarla gelen bir genci yönetmen koltuğuna oturtmak hiç akıl karı bir iş değildir. Senaryosu sonunda elden ele dolaşmaya başlar. Her gittiği yerde senaryonun sonuna dair değişik yorumlar yapılır ve senaryonun değişmesi halinde bunu filme alabileceklerini söylerler. Ama herkesin şartı aynıdır. Yönetmen Tarantino olmayacaktır. Tarantino senaryosunun değişmesine karşı çıkar. Yönetmenlik meselesinin olmayacağını anlayınca da bu kararında geri adım atar. Senaryo gittikçe ilginç bir hal almaya başlar. Artık Clarence ‘in (filmdeki erkek kahramanımız) yalnız kaldığı zamanlarda Elvis ortaya çıkacak (evet. . . hani bizim şu kral) ve kahramanımıza öğütler verecektir. Kendisi de Elvis’in büyük hayranıdır. Bu yüzden onu da senaryoya ekleme konusunda bir tereddüt yaşamaz. Ama Clarence’in ölümü ile biten final sahnesinin mutlu sona dönüştürülmesi onu çok rahatsız eder. Senaryosunu iyice değiştiren Tarantino Hollywood’da katıldığı bir partide (daha doğrusu senaryosunu filme alabilecek birilerini bulmak için) yönetmen Tony Scott ve Bill Unger ile karşılaşır. Senaryosunu bu ikiliye beğendirmeyi başarması hiç de zor olmaz. Çünkü Scott Tarantino’nun bir başka senaryosu RESERVOIR DOGS ile Harvey Keıtel’ın ilgilendiğini duymuş ve bu genci merak etmiştir. Ondaki potansiyeli de gördükten sonra filmi çekmeyi kabul etmiştir. Tarantino’da senaryoyu alarak August Entertainment şirketine yönetmenin Scott olması ve başrolde Christian Slater adlarının projeden çıkartılmaması şartı ile satmıştır. Yıl 1990’dır. Ama filmin yapım aşaması 1993’de başlamıştır.

Tony Scott sinemaya bir korku filmi ile giriş yapmıştır. THE HUNGER adındaki vampir öyküsünde kadın kahramanımız vampirliğine yakışır bir şekilde önüne geleni parçalamaktadır. Daha sonraları adı hep hareketli filmlerle anılacaktır. Ve bütün filmleri hasılat rekorları kıracaktır. BEVERLY HILLS COP SERİSİ DAYS OF THUNDER THE LAST BOY SCOUT REVENGE  TOP GUN gibi filmlerle ününe ün katmıştır. Ama açık söylemek gerekirse hiç birinde (buna The Hunger da dahil ) TRUE ROMANCE ‘da olduğu gibi vahşeti bu kadar saf haliyle göstermemiştir. TRUE ROMANCE Tarantino’nun ilk senaryosudur. Ve iddia ettiğine göre romantik bir filmdir!!! Doğrusu dağılan kafalar patlayan vücutlar bir filmi ne kadar romantik kılar tartışılır ama Alabama ile Clarence arasındaki aşk gerçekten görülmeye değerdir. Gelelim filmimiz hakkındaki ayrıntılara. Önce isterseniz oyuncu kadrosundan başlayalım. Başrolde Clarence Worley karakteri ile Christian Slater Alabama Whitman karakteri ile Patricia Arquette (hıhım Arquetta kardeşlerin en büyüğü. David Rosenna Alexis olan) ve diğer rollerde Dennis Hooper Gary Oldman Brad Pitt Christopher Walken Samuel L. Jackson James Gandolfini Tome Sizemore Chris Penn (Buda bizim Sean Penn’in kardeşi ) ve Elvis rolü ile Val Kilmer . Gerçekten büyük bir kadro. Ve kanlı mı kanlı bir film.

Tarantino yazdığı senaryolarda karakterlerin hepsini gerçek yaşamdan seçmektedir. (bu benimde senaryo yazılımında seçtiğim bir yoldur. Senaryo yazanlar bence bu yolu mutlaka denemeliler. ) Her karakter çevresinden bir kişidir. Onun yaşamından ve tanıdıklarından kesitler sunar. Örneğin TRUE ROMANCE filmindeki Clarence hiç kız arkadaşı olmamış günlerini ikinci sınıf sinemalarda kung-fu filmleri seyrederek geçiren ve çizgi roman satan bir mağazada çalışarak geçirmektedir. Tarantino burada Los Angeles’da geçirdiği çocukluğundan esinlenmiştir. İtalyan mafya elamanlarından birisinin adı Darıo’dur. Bu da en sevdiği yönetmenlerden birisi olan ünlü İtalyan yönetmen Darıo Argento’dan gelmektedir. Clarence , Alabama’ya Sonny Chiba adında bir kung-fu yıldızından bahseder. Sonny Chiba Japonya’da dövüş filmleri ve dizileriyle tanınan bir aktördür. Shadow Warrıor adlı dizide başrol oynayan Chiba’ya Tarantino taparcasına bağlıdır. PULP FICTION filminde Butch’un Marcellus’u samuray kılıcı ile kurtardığı sahne bu diziden birebir olarak alınmıştır. Ayrıca Tarantino öykülerindeki karakterlerin hepsinin sinemaya olan hayranlığı gözlerden kaçmamaktadır. Alabama DRESSED TO KILL filmindeki Nancey Allen gibi yaşamak istediğini sürekli vurgular. THE PARTRIDGE FAMILY dizisini çok sevdiğini söyler. Romantik filmlerin ona göre olmadığını kanlı vahşet yüklü filmlerin onu daha çok cezbettiğinden bahseder. Karakterlerin sinema hayranı olmasının yanında zevkleri size kimi çağrıştırıyor?? Bu arada ben hala TRUE ROMANCE filminden bahsetmedim değil mi? Konusu kısaca özetlersek kahramanımız yani Clarence günlerini kung-fu filmleri seyrederek geçiren Elvis ve çizgi romanlarla yaşayan son derece sessiz ve sakin birisidir. Çizgi roman satan bir dükkanda çalışmaktadır. Günün birinde patronu doğum günü hediyesi olarak bu saf delikanlımıza bir fahişe ayarlar. Yalnız sorun fahişeyi bir şekilde Clarence’e kabul ettirmektedir. Bu yüzden Clarence ile fahişenin daha doğrusu Alabama’nın karşılaşmaları tesadüfi olmalıdır. Bunun olacağı en iyi yerde sürekli gittiği 7. sınıf dövüş filmlerinin oynadığı sinema salonudur. Burada tanıştığı kıza aşık olan Clarence onun fahişe olduğunu öğrenince kızı bu hayattan çekip almaya karar verir. Ama bunu yaparken başına olmadık belalar açılır. Kendini zenci zanneden beyaz bir p. . enk (bu da olsa olsa Tarantino filminde olur zaten) ve İtalyan mafyası Clarence ve Alabama’nın peşine düşer. Bu da yetmezmiş gibi kokain dolu bir bavul kahramanlarımızın eline geçer. Bu da polisinde işe karışacağı anlamına geliyor yani. Düşmanlarından kaçmaya başlayan Clarence ve Alabama’nın hikayesi sıra dışı bir yol filmi halini alır. Yönetmenliğini Tarantino yapmamış olsa da buram buram Tarantino kokan bu filmin kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Gelelim filmden unutulmaz repliklere. Böylece daha önce filmi seyretmiş olanların hafızalarını tazeleyelim seyretmemiş olanlarında merakını artıralım. İşte filmden unutulmaz replikler.



Clarence film boyunca Elvis’in hayalini kendisine öğütler verirken görür. İşte Elvis’in kendisine has karizması ile Clarence söyledikleri.


ELVİS: Clarence seni severim . Hep sevdim ve hep seveceğim.
Alabama saf delikanlımıza gerçeği anlatmaya karar verir. Ama bu hiçte göründüğü gibi kolay değildir.
CLARENCE: Ne oldu  tatlım? Bir şey mi yaptım?
ALABAMA : Bir şey yapmadın.
CLARENCE: Kendini mi incittin? (ayağını alır) Ne yaptın? Kıymık mı battı?
ALABAMA : Clarence  sana söylemek istediğim bir şey var. O sinema salonundakiler rastgele olmadı. Ben orda olmak için tutulmuştum.
CLARENCE: Nesin sen bir sinema kontrolcüsü mü? Yani oraya gelenleri mi kontrol edersin koltukları parçalamasınlar diye.
ALABAMA : Ben bir sinema kontrolcüsü değilim. Ben bir tele kızım.
CLARENCE: Bir o. . . . u musun?
ALABAMA : Bir tele kızım. Biliyorsun ikisi farklı şeyler.


Alabama olayların nasıl geliştiğini anlatır. Ve sonra Clarence döner.


ALABAMA : Kızmadın mı?
CLARENCE: Hayır. Yani bu hayatımda geçirdiğim en güzel akşamlardan biriydi. Gerçekten. Zaten bir şeylerin garip olduğunu da hissetmiştim. Benden bu kadar hoşlanmış olman imkansızdı. Elbiselerini çıkardığın zaman bir erkek olmadığını görünce ne kadar rahatladığı mı anlatamam.


Tarantino senaryolarının ortak noktalarından birisi de açılış sahnelerin de kahramanlarımız ne kadar boş şey var ise onlar hakkında konuşurlar. İşte Clarence’da bu geleneğe uyarcasına barda kız arkadaşına bir şeyler anlatmaktadır. Fonda da Elvis’in Rock’n Roll parçası çalmaktadır.


CLARENCE: Hapishane’de Rock filminde tam bir rockçı gibiydi. Yani o zaten bir Rockçı. Yani kötü terbiyesiz ve kabaydı. Ama o filmde dans etmekten ve hızlı yaşa genç öl cesedin güzel olsun felsefesinden başka hiçbir şey tatmayan bir adamdı. (Barın aynasında kendisine bakarak) O filmi seyrettikten sonra onunla yatmak istedim. Elvis harika görünüyordu. Ben ibne değilim ama biliyor musun Elvis pek çok kadından daha çekici. Pek çok kadından. Hep ne derim biliyor musun? Eğer bir adamla yatmak zorunda olsaydım yani mecbur olsaydım ve hayatım buna bağlı olsaydı Elvis ile yatardım.
GENÇ KIZ : Ben de Elvis ile yatardım.
CLARENCE: Sahi mi?
GENÇ KIZ : Tabi hayattayken şimdi değil.
CLARENCE: Seni suçlamıyorum. Demek ikimiz de Elvis ile yatardık ha!? İnsanların ortak zevkleri olması ne güzel değil mi?
1987 yılında TRUE ROMANCE filminin senaryosunu yazdıktan sonra ilk defa kameralar karşısına geçer. Yıl 1998 ‘ dir. İlk rolü her zaman hayranlık duyduğu Elvis'dir. Bir zamanlar bütün dünyayı kasıp kavuran GOLDEN GIRLS (Altın kızlar) dizisinde uzun favorileri arkaya doğru taranmış saçları parıltılı kostümü ve peleriniyle Elvis olup karşımıza çıkmıştır. Kısa bir rol olmasına rağmen ilk defa kameralar karşısındadır. Tabi hemen oracıkta genç kızlarımızı !! kendisine aşık etmeyi başarmıştır.

1989 yılına girildiğinde Tarantino senaryo yazmaya iyice ısınır. Elinde TRUE ROMANCE ‘ın senaryosu dururken bu sefer de NATURAL BORN KILLERS’ı yazmaya başlar. Düşünceleri yine aynıdır. Kendisi yazacak ve kendisi yönetecektir. TRUE ROMANCE için kapı kapı dolaşmış ama bir türlü istediği haberi alamamıştır. NATURAL BORN KILLERS’ı yazarken yine pek ümitli değildir. Bu sefer eğer kendisi çekmeyi başaramaz ise senaryonun haklarını hemen devredecektir. Ama TRUE ROMANCE ‘ın belirsizliği onu biraz daha yavaş çalışmaya iter. 1989 yılının sonuna doğru senaryosu kaba taslak bitmiştir. Ama bir türlü bütününü oluşturamamıştır. 1990 yılında TRUE ROMANCE’ın senaryosunu cüzi bir fiyata August Entertainment şirketine satar. Bu onun için senaryo yazımından gelen ilk kazançtır. NATURAL BORN KILLERS’ı iki yılda bitirir. Senaryosunu yine kendisi filme almak istiyordur. Ama TRUE ROMANCE’da yaşadığı engeller bir kez daha karşısına çıkmıştır. Bunun üstüne 1991 yılında yapımcı Don Murphy ile senaryosu hakkında görüşmelere başlar. Murphy senaryoyu fazla abartılı bulur. Bu yüzden bu teklife pek sıcak bakmaz. Ama daha sonra TRUE ROMANCE’ın rakip şirket tarafından alındığını duyunca bu gence tekrar yönelmeye karar verir. Sonunda Tarantino NATURAL BORN KILLERS’ın haklarını Don Murphy – Jane Hamser çiftine 10. 000 dolar karşılığında satar. Bu onun için çok önemlidir. Çünkü yeni yazmaya başladığı bir senaryosu daha vardır. İki senaryosunu sattıktan sonra eline cüzi bir para geçmiş ve yazmakta olduğu yeni senaryosunu kendisinin filme alması için önünde bir engel kalmamıştır. Tabi bu senaryosuna daha sonra geleceğiz. Şimdi kronolojik sıramızdan devam edelim. (aslında Tarantino gibi ordan oraya sıçrıyorum ya neyse. . . ) NATURAL BORN KILLERS’ın haklarını alan Don Murphy-Jane Hamser çifti senaryoyu bir türlü pazarlayamazlar. Hiç kimse bu senaryoya hele ki böyle vahşet yüklü bir öyküye yatırım yapmak istemez. Çift tam umutsuzluğa kapılmaya başlamışken onların yardımına bu sefer Tarantino yetişir. Çünkü dünyada fırtınalar estiren RESERVOIR DOGS filmi ortaya çıkar Tarantino adını dünya ahiret duyar böylece çift artık güzel uykular görmeye başlar. Böyle süslü yazmayı pek sevmem ama biraz da hayal gücü katalım değil mi? Aslında şöyle bakacak olursak onlar Tarantino’yu Tarantino da onları kurtarmıştır. Tarantino’nun başarısından sonra onun yazmış olduğu senaryoyu pazarlamak artık çizgi üstünden topu ağlara göndermek kadar kolaydır. (futbol hayatımızın her parçasında diye boşuna söylememişler)

Don Murphy – Jane Hamser çifti senaryoyu filme alması için Tarantino’ya yönelirler. En başta diğer yapımcıların yaptığı gibi ona burun kıvırmışlar ama RESERVOIR DOGS filminin başarısından sonra bu sefer onun peşine düşmüşlerdir. Bir zamanlar senaryolarını kendisi filme çekmek için kapı kapı dolaşan Tarantino gelen bu teklife beklenmedik bir cevap verir. Filmi çekmeyeceğini açıklayan Tarantino belki de geçmişin hıncını bu yolla alır. Çünkü o artık önü açık bir yönetmendir. Geçmişe dönmek yerine ileriye bakmaya karar verir. NATURAL BORN KILLERS için Tarantino’dan hayır yanıtı alınınca bu sefer Oliver Stone’a teklif götürülür. Stone da senaryoyu kendi tarzında çekme şartı ile kabul eder. Bu tarz meselesi ilerde Stone ile Tarantino arasında büyük tartışmalara neden olucaktır. Bu büyük kapışmayı sonraya saklayarak yazımıza hızla devam ediyoruz. Filmin çekimleri 1993 yılının sonuna doğru başlar ve 1994 yılında sinemalara gelir. İsterseniz yine öncelikle filmimizin oyuncu kadrosundan bahsedelim. Bu seferki kahramanlarımız karı-koca . Mickey Knox yani evimizin reisi Woody Harrelson ; Mallory Knox yani evimizin hanımı Juliette Lewis . Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hayır. Olayları körükleyen televizyon yapımcısı Wayne Gale karakteri ile Robert Downey Jr. dengesiz polis müdürü Warden Mc Clusky karakteri ile Tommy Lee Jones kahramanlarımızın daha çok şöhret olmaması için onları mahkemeye çıkmadan temizlemekle görevli polis Jack Scagnetti ile Tom Sizemore ve genelde komedi filmlerinden tanıdığımız Rodney Dangerfield sevimli kızını çok iyi yetiştiren!! baba rolünde. Ve film boyunca ölmek için sıraya girmiş bir çok ismi lazım olmayan vatandaş. Kadro böyle. Peki ya filmin konusu nasıl?

Mickey ve Mallory birbirlerine aşık iki gençtir. Mallory ailesinden hiç de mutlu değildir ve tek amacı evden uzaklaşmaktır. ( bknz. Connie ) Babası tarafından sürekli tacize uğramaktadır ve annesi de bunlara göz yummaktadır. . Kısacası hayat onun için çekilmezdir. Bütün bu karanlığın ortasında onu aydınlatan tek bir şey vardır. O da erkek arkadaşı Mickey’dir. Küçük kuş sonunda evinden uçmaya karar verir. Erkek arkadaşı Mickey ile kaçacaktır. Derler ya tüm sorunları arkada bırakıp gitmek diye. İşte o öyle yapmaz. Önce tüm sorunları ortadan kaldırır. Babasını boğup annesini yakarak gönül rahatlığı ile evini terk eder . Kendi küçük dünyalarından sıyrılan çift Amerikan toplumunun hem kabusu hem de kahramanı olurlar. Kabusu olurlar çünkü önlerine çıkan herkesi birer birer öldürürler. Kahraman olmak için gidip Irak’ta esir olan askerleri kurtarmazlar. Sadece işledikleri cinayetler ile basında sürekli ön planda olurlar. Bu durum öyle bir hal alır ki basın onlar cinayet işlesin diye neredeyse destekler hale gelir. Böyle olunca da halkta onları sürekli takip eder ve iyiden iyiye bu cinayetleri desteklemeye başlar. Arkalarında bıraktıkları cesetlerin ortak noktaları hiçbirisinin olumlu ya da iyi birisi olmamasıdır. Hepsi için söylenecek bir şeyler vardır. Peşlerindeki devleti temsil edenler bile kokuşmuş bir sistemin parçalarıdır. Aslında hepsi Amerikan devletinin kendisinin yansımasıdır. Polis bile toplumdaki diğer pisliklerden farksızdır. Basın mıdır bunları bu kadar yücelten? Kimdir ahlaklı olan!?! Basın mı yoksa katiller mi? Peki halkın hiç mi suçu yoktur? Toplumdaki şiddet neden doğuyor? Her kötülüğün arkasında bir başka kötülük mü yatıyor?

NATURAL BORN KILLERS bütün kanlı sahnelerin arasında toplumsal mesajlar içermekte olan bir film. Eleştirisini bu insanlar niye birilerini öldürüyor diye değil onları bize yansıtan dünyaya yani medya imparatorluğuna ve televizyon egemenliğine getiriyor. Burada yaşananları Amerikan halkı ile genellememek lazım. Çünkü bu bütün dünyanın sorunudur. Medya bütün dünyanın hakimidir ve televizyonda insanlığı ele geçirmiş bir durumdadır. Önemli olan ise onun nasıl kullanıldığıdır. Filmdeki dengesiz kasap çırağı Mickey ve yeni yetme Mallory aslında sadece bir araçtır. Yani ıcebergin görünen tarafı. Görünmeyen tarafı ise koca bir imparatorluktur. Onu bulmayı  onu düşünmeyi biz seyircilere bırakan NATURAL BORN KILLERS bana göre en iyi toplum-medya eleştirisi getiren filmlerden birisidir. Yalnız filmin herkese hitap etmediği de çok açık. Çünkü bu filmle beraber çıkan tartışmalar kopan yaygaralar nerede ise eleştirmenler ile seyircileri kanlı bıçaklı yapmıştı. Sadece eleştirmenler mi? Filmin yönetmeni Stone ile senaryo yazarı Tarantino’da kanlı bıçaklı kavgaya tutuşmuşlardı. Tarantino filmdeki abartılı tarzı gereksiz bularak senaryosunun çok değiştiğinden ve filmin kendisi ile bir alakası olmadığından yakınır. Ama özünde verilen mesaj Tarantino’nun yazdıklarından filmde kalan tek şeydir. Stone ise bu söylemlere şiddetle karşı çıkar. Ve "filmi kimin kabullenip kabullenmiyeceği benim umurumda değil. Şiddeti abarttığım söyleniyor. Eğer bunu böyle gerçekleştirmeseydim film vermek istediği mesajı bu kadar etkili veremezdi. Senaryo Tarantino'nun olabilir. Ama film benim filmim. " Tarantino ise bunlara şu karşılığı verir. " TRUE ROMANCE ‘da Tony büyük bir iş yaptı. Benim hikayemi hemen hemen istediğim gibi perdeye yansıttı. Ama Stone benim malzememden yeni bir şeyler çıkarmaya çalıştı. Bunun benimle bir ilgisi yok. Sanırım insanların şunu bilmesi gerekir ki  film ile arama mesafe koydum. Fazla bir şöhret kazanacağımı sanmıyorum fazla utanç da duymayacağım. Kesinlikle ikisinin de peşinde değilim. Eğer onu sevdiyseniz bu Oliver. Eğer onu sevmediyseniz  bu yine Olıver. "

İşte bu tartışma böyle sürer gider. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a diyelim ve Olıver Stone’u yaptığı iş için övelim. NATURAL BORN KILLERS Tarantino’nun elinden nasıl çıkardı bilemiyorum ama şunu bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki Olıver Stone kendi tarzı ile bu filmi unutulmaz kılıyor. Nasıl bazı yönetmenler kendi tarzları ile anılıyor ise Stone’nun filmleri de bence başlı başına bir ekol. Bir Scorsese gibi bir Kubrıck gibi bir Lynch gibi kendi tarzını yaratan bir kaç yönetmenden birisi. Hiç yerinde durmayan hareketli kamerası aralara serpiştirdiği flashbackleri yakın plan çekimleri ve kendisine haz çekim teknikleri ile perdede gördüğünüz bir filmini hemen diğerlerinden ayırt edebilirsiniz. İşte bir Stone filmi!!! NATURAL BORN KILLERS’da her şeyiyle bir Stone filmi. Kimi zaman siyah beyaz çekimler  aralara giren flashbackler Çizgi filmden oluşan kereler hareketli kamera görüntüleri yakın plan çekimleri yani her şeyiyle ama herşeyiyle bir Stone filmi. Bu film hiçbir zaman ikisinin adıyla anılmadı. Ya bir Stone filmi denildi ya da bir Tarantino . Böyle olunca da bu iki ustayı yan yana anmak hiç kimsenin aklına gelmedi. Neyse  şimdi yazmaktan en zevk aldığım yere gelelim. Filmdeki unutulmaz replikler. Şunu söylemeden geçemiyeceğim. Bu replikleri yazarken filmlere tekrar göz atıyorum. Bu sayede yazılan bütün filmleri tekrar seyretmiş oluyorum. Sonun da o kadar çok replik ayırmış oluyorum ki bunların içinde eleme yaparken bile zorlanıyorum. Ama umarım seçtiğim bu replikler sizlerin hoşuna gidiyordur. Evet şimdi NATURAL BORN KILLERS’dan unutulmaz replikler.



İlk görüşte aşka inanmayanlara nazire yaparcasına gerçekleşen bir sahne. Mallory ve Mickey’in ilk tanıştıkları an bir sitcom dizisi şeklinde ekranlara gelir. Zil çalar ve Mallory’nin annesi kapıyı açar. Çığlıklar ve alkışlar arasında elindeki 25 kiloluk biftek poşeti ile Mickey içeri girer. Kan içinde olan bir kasap önlüğü giymektedir.


ANNE : Buyurun !?
MICKEY : Ed Wilson’ın siparişi.
ANNE : Bu da ne böyle?
MICKEY : Biftek bayan. 25 kilo.
ANNE : Burada bekle. Gidip kocamla konuşmalıyım.


Anne içeriye doğru gider. Bu sırada güzel bir keman solosu başlar ve Mickey’in yanındaki merdivenlerde jartiyerli çorabı ve minicik eteğiyle Mallory belirir.


MALLORY : Sen kimsin?
MICKEY : Mickey . Sen kimsin?
MALLORY : Ben Mallory.
MICKEY : Bence adını güzel olarak değiştirmelisin. (seyirciden aaaa diye bir ses yükselir. )


Ayağı ile kapıyı kapatır. Kısa bir sessizlik olur.


MICKEY : Sen çok mu et yiyorsun?
MALLORY : Olabilir.
MICKEY : Hep böyle mi giyinirsin yoksa beni mi bekliyordun?
MALLORY : Neden tanımadığım biri için böyle giyineyim ki?
MICKEY : Belki içinden öyle gelmiştir. Bilirsin kader gibi. Kadere inanır mısın?
MALLORY : Belki.
MICKEY : Dolaşmak ister misin? Bunu konuşurduk.


Mallory çılgın bir gülüş atar ve merdivenlerden koşarak iner. Beraberce kapıdan çıkarlar. Bir başka sahne de kader üstüne bir konuşma gerçekleşir.


MALLORY : Beni her zaman sevecek misin?
MICKEY : Her zaman seveceğim bir tanem.
MALLORY : Peki beni her zaman bekleyecek misin?
MICKEY : Tabi ki seni her zaman bekleyeceğim. Unuttun mu sen benim kaderimsimsin. Kader ne olursa olsun değişmez.


Hapishane müdürü Dwight ile psikoloji kitabı yazmış olan polis Jack Scagnetti hapishane koridorunda Mickey ve Mallory’nin yanına doğru ilerlerken muhabbet etmektedirler.


JACK : Hiç mahkum ve gardiyan öldürdüler mi?
DWIGHT : Üç mahkum beş gardiyan bir doktor. Sadece bir yıl içinde.
JACK : Doktor ?? Psikiyatrist mi?
DWIGHT : Doktor Mickey’nin sevgilisi Bayan Mallory’e ailesinin kimler olduğunu sorma hatasına düşünce onu boğazladı. Üstelik de müsekkin kullanırken yaptı. (gülerek) Aşk harika değil mi?
JACK : Çok doğru ( gülerler)
DWIGHT : Aynen koca bir yalan gibi. Dünyayı döndüren aşktır!? Senin gibi biri nasıl psikiyatriden anlıyor?
JACK : Aslında bir manyağın anneni öldürmesini öneririm. Bundan sonra sende bu konuya ilgi duymaya başlarsın. Aynen benim gibi.
DWIGHT : Ne oldu?
JACK : Texas’da doğdum ve gençliğimi orada geçirdim.
DWIGHT : Bu çok komik. Texas aksanın yok.
JACK : Çünkü o herifler gibi konuşmak istemiyorum.
DWIGHT : Benim annem Texas’lıydı.
JACK : Ben diğerlerinden bahsettim. Beni öldürene kadar dövenlerden. Herneyse bir gün sekiz yaşındayken annemle birlikte parka gittik. Tesadüfen o gün Charles Witmon Texas Üniversitesinin kulesine çıkmış ve etrafa ateş ediyormuş. (bu gerçek bir olaydır)
DWIGHT : Annen yanında mıydı?
JACK : Tabi ki yanımdaydı. Sorun şu ateş edildiğini duymadım. Hiçbirini duymadım. Bir an için annemle yürüyorum ve birden bire göğsü parçalanıyor. Yere düştü. Öylece ona bakıyordum. kolları kopuyor kalçası parçalanıyor ama ben hiç kurşun sesi duymuyorum tamam mı? Lanet olası! Bütün gün çimlerin üstünde yattım. Karıncalar her tarafımı yedi. Anneme ne oldu diye düşünüyordum. Biliyor musun? o günden beri Amerikanın yanlış değerler üzerine kurulu kültürü hakkında çok farklı düşünür oldum. Kendimi buna kaptırmak istemiyorum. Barış gönüllüsü
olamam.
DWIGHT : Çok haklısın Jack.
Mickey Reality Show sunucusu Wayne ile yaptıkları röportaj da insanları neden öldürdüğünü anlatıyor.
MICKEY : Hiçbir zaman anlayamayacaksın. Ben ve sen Wayne biz aynı türden bile değiliz. Ben eskiden sendim. Sonra geliştim. Senin durduğun yerden sen bir insansın. Benim durduğum yerden sen bir gorilsin. Ben buradayım. Tam buradayım ve sen. . . sen başka bir yerdesin oğlum. Nedenini mi soruyorsun? NEDEN OLMASIN ?!
 Şimdi Tarantino’ya geri dönelim bakalım. Bu arada Connie neler yapıyor merak ediyor musunuz? Evet Connie’yi en son Los Angeles’da Curt Zastoupil ile evlenmiş olarak bırakmıştık. Aradığı sevgiyi yine bulamayan Connie Curt Zastoupil ile yollarını ayırır. Bu arada diğer ilginç olan ise Tarantino’nun öz babasını hiç arayıp sormamasıdır. Ama Zastoupil ile annesi ayrılmasına rağmen arkadaşlıklarını sürdürecektir. Öyle ki ilerde çekeceği PULP FİCTİON filminde ki Jimmy karakteri’ni (kendisi oynamıştı) Zastoupil’in gerçek akrabalarından esinlenerek yazmıştır. Ve çektiği filmlerin müziklerini belirlemeden önce Zastoupil’ın plak arşivinden yararlanmayı adet haline getirmiştir. Connie daha sonra Jan Bohusch ile evlenir. Bu daha ileri bir zamanda gerçekleşiyordu. Ama Connie konusunu artık burada bağlayayım diye hemen sıkıştıra vereyim dedim. Ha!! Unutmadan. Connie tabii ki Jan Bohusch’dan da ayrılıyor. "Eh artık!! Dahası var mı?" dediğinizi duyar gibiyim. Ama bu son oluyor.

Tarantino TRUE ROMANCE ve NATURAL BORN KILLERS’ın senaryo haklarını satmasıyla eline otuz bin dolar civarında bir para geçer. Her şeyden önemlisi yazmakta olduğu yeni bir senaryosu vardır. Amacı bu senaryoyu kendisi filme alacak ve bütün masraflarını kendisi üstlenecektir. Bir soygun olayından sonra gelişen olayları anlatan hikaye Tarantino’nun kendisini ispatlaması için yakaladığı en büyük fırsat olacaktır. Artık kararlıdır. Bu senaryosunu kendisi filme alacaktır. Kaybeden insanların öyküsünü anlattığı senaryoya ilginç bir isim bulmuştur. RESERVOIR DOGS (Rezarvuar Köpekleri) Soygun filmleri konusunda çok dolu olan Tarantino bu konuda inanılmaz bir malzemeye sahiptir. Çünkü geçmişten gelen bir film birikimi vardır. Yapması gereken puzzle gibi olan bölümleri bir parçaya toplamasıdır. Senaryosunu bitirdiğinde filmi aklında şu vardır. Filmin maliyeti otuz bin dolar olacak ucuza getirmek için siyah beyaz çekecek casting ücreti ödememek için kendi dostlarını oynatacaktır. Bütün planlarını bunun üstüne yapan Tarantino’nun karşısana Lawrence Bender çıkar. Bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı bu adamı karşına resmen tanrı çıkarmıştır. Senaryoyu okuyan Bender çok etkilenir ve bu iş için para bulmayı teklif eder. Tarantino bu iş için çok heveslidir. Daha önce iki senaryosunu istemese de satmak durumunda kalmıştır. Bu yüzden senaryonun satılık olmadığını Bender’a söyler. Bu konu hakkında düşünmesi içinde ona iki hafta verir. Şartları açıktır. Bu sefer senaryo falan satmayacak filmi kendisi çekecektir. Bender da Tarantino’nun kararlılığından çok etkilenir ve onun için finans çalışmaları yapmaya başlar. İlk önve Harvey Keitel ile irtibata geçer. Bu yetenekli gençten bahseder ve senaryoyu ona gönderir. Keitel senaryoyu okur okumaz Tarantino’yu arar ve finansal her türlü sorunu kendisinin halledeceğini söyler. Ama onun da bir şartı vardır. İlk filmini çekecek olan bu adamın filminde kendisi de oynayacaktır. Bu teklif Tarantino için inanılmazdır. Çünkü çocukluğunda hayranlıkla seyrettiği büyük bir yıldız hem filmini çekeceğini hem de oynayacağını söylemektedir. Bu bir rüya değildir.


Keitel senaryoyu Monte Hellman’a gönderir. O da Live Entertainment şirketi ile temasa geçerek Richard Gladstein’e ulaştırır. Yalnız senaryo oradan oraya gitmesine rağmen altında hep şu ibare vardır. Filmi Tarantino çekecektir. Gladstein de buna okey verince artık filmin çekilmesi için bütün engeller ortadan kalkmış olur. Tarantino filmdeki bütün kareleri kafasında toplamıştır. Filmde oynamayı şart koşan Keitel’a Mr. White rolünü verir. Bu rolü esasında amcası Pete için yazmıştır. Sadece amcası Pete değildir düşündüğü kişiler. Arkadaşları eskiden çalıştığı video dükkanının sahibini hatta sürekli alış veriş yaptığı marketteki reyon sorumlusu çocuğu bile bu filmde oynatmayı planlamıştır. Ama artık herhangi bir finans problemi olmadığına göre profesyonellerle çalışabilecektir. Bir ilk film için inanılmaz şanslıdır. Oyuncu seçimlerini kullanırken yetenekli ama arka planda görülen oyuncuları düşünür. Çok göz önünde olan oyuncularla yapılmış bir film de beklentilerin fazla olacağını düşünen Tarantino bu riske girmek istemez. Çünkü daha ilk filminde olumsuz karşılanmak istemez. Kendisine ve senaryosuna çok güvenmektedir ama ilk film için risk almayı göze alamaz. Keitel’ın yardımıyla oyuncu kadrosuna Steve Buscemi de dahil olur. Buscemi daha çok düşük bütçeli Indıe filmlerinde oynayan bir aktördür ve sadece bu tarz film meraklılarının tanıdığı bir isimdir. Tam anlamıyla Tarantino’nun aradığı bir oyuncudur. Buscemi’ye Mr. Pink rolü düşmüştür. Kadro çalışmaları hızla sürmektedir. 80’li yıllarda B filmler olarak tanımlayabileceğimiz polisiye filmlerde oynayan Michael Madsen kadroya katılır. Mr. Blonde rolü ona verilir. 50’li yıllarda tanınmış bir aktör olan Lawrence Tıerney ise Tarantino’nun yakından takip ettiği bir aktördür. Uzun süredir film çevirmemiş olan Tierney’i de kadroya hiç düşünmeden dahil eder. Soygunu düzenleyen Joe Cabot rolüyle Tierney eski günlerinde ki gibi sert bir karakteri çizer. Bir türlü kardeşinin yakaladığı başarıyı yakalayamamış olan Chris Penn de Nice Guy Eddie rolüyle sinema tarihinin en iyi karelerinden birisinin içinde yer alır. Belki de kadroda Keitel dışında en tanınmış olan oyuncu Tim Roth’du. Soyguncuların içine sızmış olan bir polisi canlandıran Roth namı değer Mr. Orange ya da Freddy de diyebiliriz onun ününe ün kattı. Yine B filmlerinin gizli kahramanlarından Eddie Bunker da Mr. Blue rolüyle bu büyük filmde kendisine yer buluyordu. Tarantino’nun oyunculuk hayallerinden bahsetmiştim. İşte karşınızda Tarantino !! Mr. Brown ile nasıl öldüğünü bir türlü anlayamadığım bir rolle karşımıza çıkıyor. Böylece Tarantino ilk filmini hem yazıyor hem oynuyor hem de yönetiyordu. İlk filmini gerçekleştiren birisi için gerçekten gurur verici bir durum.

Joe Cabot bir mücevher soygunu planlamış ve bu iş için birbirlerini tanımayan altı kişi seçmiştir. Hiç kimse birbiri hakkında bir bilgiye sahip değildir. Her birine renk isimlerinden oluşan bir kod adı verir. Plan bir mücevher dükkanının soyulması ve soygundan sonra bir depoda toplanılmasıdır. Ama soygun beklenildiği gibi başarılı olmaz. Polisler onlara pusu kurmuş bir şekilde beklemektedir. Olay yerinden sağ kurtulanlar birer birer depoya gelmeye başlarlar. Oyuna getirildiklerini anlayan soyguncular aralarında bir ihbarcının olduğundan şüphelenirler ve gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırlar.

RESERVOIR DOGS filmi ihanet güven ve sadakat kavramları üstüne kurulmuş insanı içine çeken çok etkili bir film . Tarantino’nun soygun sahnesi olmadan çektiği bu soygun filmi vahşeti olabildiğince (aslında vahşet dememek lazım gerçekliği dememiz daha uygun olacak) saf haliyle perdeye getiriyor. İlginç karakterlerin onları daha da ilginç kılan diyalogları profesyonel suçluları sanki filozof havasına büründürüyor. Özellikle de unutulmaz finaliyle adeta sinema dünyasında yeni bir dönemin kapısını açıyordu. Eskiden gangster filmleri diye adlandırılan filmler bundan sonra Tarantinovari diye adlandırılmaya başlanıyordu. Tarantino adeta yeni bir akım başlatmıştı. 1992’den sonra kara film örneklerinde adeta patlama olmuş ve bir çok kara film örneği türemeye başlamıştı. Çoğu bu izden gitmeye çalışsa da çok iyi örneklerin yanında inanılmaz kötüleri de sahneye çıkıyordu. İyi diyebileceğimiz bu filmlerden bazılarına örnek vermek gerekirse THE USUAL SUSPECTS THINGS TO DO IN DENVER WHEN YOU’RE DEAD ASSASSSINS TIC-TAC gibi filmler bu filmin izinden gidenler. Bu film hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki onları da yazmaya başlarsak sayfalar yetmeyecek. İyisi ben şöyle bir çırpıda bahsedeyim. Tarantino öncelikle bu filmle şunu kanıtladı. Kendisi gerçekten mükemmel bir senaryo yazarı ve mükemmel bir yönetmendir. Haa!! Ayrıca kendisinin ne kadar kötü bir oyuncu olduğunu da ilk bu filmle öğrendik. (belki bir çoğunuz bu fikre katılmayabilir ama bence öyle ) 1992 yılında katıldığı Sundance Film Festivali’nde en iyi ikinci film ödülünü aldığına şahit olduk. . Ayrıca sinemaskop olarak çektiği filmi normal formatta gösteren makiniste herkesin içinde ana avrat küfrederek aynen filmindeki karakterler kadar asabi olduğunu görmüş olduk. Yetmedi 1992 yılı Cannes film festivalinde de gösterilme şansı buldu. (Hem de sinemaskop formatta) Filmdeki aşırı şiddet sahnelerini eleştirenlere unutamayacakları bir cevap verdi. “İnsanlar bunun hakkında sanki bu güne kadar yapılmış en fazla şiddet içeren filmmiş gibi konuşuyorlar. Öyle bir film yapsaydım umursamazdım ama bu ülkede en azından bir videocuya gitseniz korku filmleri bölümünde on tane film aldığınızda içlerinden dokuzunda bundan daha fazla şiddet içeriği çıkacaktır. Brain De Palma’nın dediği gibi iş şiddet ve sekse gelince iyi bir iş yaptığın için cezalandırılıyorsun. ” Şiddet hakkındaki düşüncelerinden bir diğeri de şudur: "Sinemada şiddet mi? Bir arabayı havaya uçarken izlemek park ederken seyretmekten daha ilginç. "

RESERVOIR DOGS öyle bir başarı yakalamıştı ki bir anda bütün gözler bu adama dönmüştü. Kimdi bu herif? Öylece çıka gelmiş ve bütün dünyada yaygaralar koparmıştı. Yaptığı film belki çok sıradan duruyordu. Ama filmdeki anlatım tarzı ile izleyenleri allak bullak etmesini biliyordu. Filmi sinemaskop olarak çekmesindeki en büyük etken filme bir genişlik kazandırmak içindi. Bunda da eskiden seyrettiği karate filmlerinin büyük bir katkısı vardı. Eskinin bütün dövüş filmlerini hep sinemaskop olarak seyretmişti. Daha sonra çekeceği PULP FICTION filminde de bu formatı deneyecekti. Oralara gelmeden önce her zamanki gibi filmden en beğendiğim diyaloglara geçeğim.



Film açılır. Kahramanlarımız bir masada oturmuş hararetli hararetli bir şeyler konuşmaktadır. Konu Madonna’nın Like A Virgin şarkısı hakkındadır.


MR. BROWN : “Like A Virgin” şarkısının tamamı büyük s**li bir adamı yiyen bir kız hakkında. Şarkının tamamı büyük s**ler için bir metafordur.
MR. BLONDE : Hayır değil. Şarkı çok hassas ve sadece birkaç defa s**ilmiş bir kız hakkında. Sonra kız gerçekten çok duygulu biriyle karşılaşıyor.
JOE CABOT : Wong?? Chang?? Kimdi bu lanet herif ( elinde ki not defterine bakarak kendi kendine bir eyler söylenmektedir. )
MR. PINK : “True Blue” çok duygulu bir dost bulan iyi bir kız hakkında dedin. Ama “Like A Virgin” büyük s**leri ima eden bir metafor.

MR. BROWN : Sana Like A Virgin’in ne hakkında olduğunu anlatayım. Bu düzenli s***şme makinesi olan bir kadın hakkında. Yani sürekli sabah akşam gece öğleden sonra. Aklı fikri yar*k yar*k yar*k yar*k yar*k . Onun düşündüğü tek şey bu.
MR. BROWN : Hayır değil. Dediğim gibi günün birinde bu kız çok duygulu biriyle karşılaşıyor. Bu adamla düzüşüyorlar. O an daha önce duymadığı kadar çok acı duyuyor. Bu onun için ilk değildir. Ama ilk defa yapıyormuşçasına acı duyuyor. Bu yediği yar*ğın acısı değildir. Bu bir aşk acısıdır. Evet oğlum. Bu kız o adama aşıktır. Şarkıda bir aşk hikayesidir.
JOE CABOT : Wong??. Tobe Wong?? Tobe Chong??
Mr. White bir anda Joe Cabot’un elinden not defterini alır.
JOE CABOT : Sen ne yaptığını sanıyorsun? O defteri çabuk bana ver.
MR. WHITE : İki saattir kulağımın dibinde durmadan bir şeyler zırvalıyorsun. Tobe Wong??Tobe Chang?? Lanet Chan Chen?? Bir kulağımda Madonna bir kulağımda da yaşlı Chang amca çınlıyor. Bu kadar yeter.
MR. BLONDE : (gülerek) Onu Vurmamı ister misin?
JOE CABOT : Ben şimdi hesabı ödemeye gidiyorum. Sizde birer dolar bahşiş hazırlayın. Ve sen!! Döndüğümde o not defterimi istiyorum.


Herkes masanın üstüne birer dolar bırakır. Yalnız Mr. Pink masaya bir dolar bırakmaz.


EDDY : Sen neden bırakmadın?
MR. PINK : Ben bahşiş vermem.
MR. WHITE : hey kiz iyiydi.
MR. PINK: kiz normaldi özel bir sey yapmadi
MR. BLUE: özel ne olabilirdi. sana otuzbir mi cekseydi?
EDDY: bunun için verirdim.
MR. PINK: bak kahve ismarladim tamam mi fincanim sadece 3 kere dolduruld 6 kere doldurulmasini isterim.
MR. BLONDE: 6 kere mi? peki ya cok isi olduysa.
MR. PINK: cok isi olmak bir garsonun sözlügünde bulunmamali.
EDDY: kusura bakma mr. pink ama senin ihtiyacin olabilecek son sey bir fincan kahve daha
MR. PINK: bu bayanlar acliktan ölmüyorlar. asgari ücret aliyorlar ben de asgari ücretle bir iste çalistim ama ne yazik ki toplumun bahsise layik gördügü islerden birine sahip olacak kadar sansli degildim.
MR. BLUE: bahsise ihtiyaclari olduklari seni hiç ilgilendirmiyor mu?
MR. PINK: bunun ne oldugunu biliyor musun?(parmaklarını birbirine sürter) dünyanin en küçük kemanidir yaniz garson bayanlar icin çalar.
MR. WHITE: konustugun sey hakkinda hiç bir sey bilmiyorsun. bu kizlar kiçlarini yirtiyorlar bu oldukça zor bir is.
MR. PINK: mc donald's da çalismak da öyle ama onlara bahsis verme ihtiyaci hissetmiyorsun, di mi? sana yemek servisi yapiyorlar, bahsis vermelisin ama kime bahsis verilecegini toplum belirliyor, onlara vermeyecek sunlara vereceksin, saçmalik. . . .
MR ORANGE: Beni ikna etti dostum. Ben bir dolarımı geri istiyorum.
MR. WHITE : Çek elini o paranın üstünden!!


Bu sırada Joe Cabot hesabı ödeyip masaya geri gelir.


JOE CABOT : Evet kızlar. Hadi kalkabiliriz artık. Heyyy!! Kim bir dolar bırakmadı .
MR. WHITE : Mr. Pink bırakmadı.
JOE CABOT: Neden?
MR. ORANGE: Prensip meselesi. O bahşiş bırakmazmış.
JOE CABOT : S**erim perinsibini. Ben içtiklerinizin parasını ödüyorum Sende herkes gibi şimdi bir dolar bırakacaksın.
MR. PINK : Pekala bunu senin için bırakacağım.


Bir başka sahnede Mr. White , Mr. Orange’a bir öğütte bulunur.


MR. WHITE : Eğer kendini Charles Bronson zanneden bir müşteriye rastlarsan silahının kıçıyla onun burnunu dağıt. Yere serilir… ve kimse bundan sonra bir bok demez.
Mr. Blonde rehin aldıkları polise işkence yaparak kulağını keser. Elinde tuttuğu kulağa doğru konuşmaya başlar.
MR. BLONDE : Heyyy!! Beni duyuyor musun ha? Senin için de benim için olduğu kadar güzel miydi?
 Bu filmde ki diyaloglar yazacakla bitecek gibi değil. Her sahnesi her konuşması ayrı bir olay. Ama şimdi RESERVOIR DOGS ’a burada bir son versek iyi olacak. Ama son bir bilgide yukarıda yazdığım Madonna şarkısı hakkında . Tarantino’ya EROTICA adlı kitabını imzalayan Madonna kapağına şöyle yazar. “Sevgili Quentin o aşk hakkında yar*k hakkında değil. Sevgilerimle Madonna. ”

Tarantino tüm dünyada tanınan bir isim haline geldikten sonra teklifler ardı sıra gelmeye başlamıştır. Ama Tarantino başkaları gibi yapmaz. Yönetmenlik tekliflerinin yanında senaryo yazarlığı içinde Tarantino’ya başvurulmaktadır. Bunlardan birisi de Blade Runner ve The Hitcher filmlerinin ünlü oyuncusu Rutger Hauer’in başrolünü oynadığı Jan Eliasberg’in yönetmenliğini yaptığı PAST MIDNIGHT filmidir. Bir gerilim filmi için oldukca komik bir senaryoya sahip olan filme Tarantino tekrar el atar. Ne yazık ki belki de Tarantino’nun da içinde bulunduğu en kötü proje bu olacaktır. Zaten filmin künyesinde de Tarantino senaryo yazarı olarak değil sadece yardımcı yapımcı olarak görülür.

Tarantino yakın dostu ve filmlerinin senaryo ortağı olan Roger Avary'in yönetmenliğini yaptığı 1994 yapımı KILLING ZOE filminde bu sefer karşımıza yapımcı olarak çıkar. Mafyavari bu film beklenen etkiyi yaratmaz ve hemen video piyasasına düşer. Değ iddiaya girelim" der. Barmen de bunu seve seve kabul eder. Adam bir bardak alır barın üstüne koyar. Bir metre uzaktaki taburenin üstüne çıkar. Fermuarını açar ve işemeye başlar. Bir anda bütün bar tabureler barmen sidik içinde kalır. Adam bardak dışında her yere ama her yere işemiştir. Fermuarını kapatır ve tabureden iner. Barmen gülmeye başlar. "Kaybettin dostum. Şimdi bana 100 $ borçlusun. " Adam barmene bir dakika beklemesini söyler ve bilardo masasında onları seyreden iri kıyımlı adamların yanına gider. Adamlardan birisi homurdanarak para çıkartır verir. Parayı alıp tekrar bara dönen adam barmene 100 Dolar'ını verir. Barmen şaşkındır. "Nasıl bu kadar keyiflisin ?" der. Adam da olayı anlatmaya başlar. "Şu bilardo oynayan iri kıyımlı adamlarla iddiaya girdim. Buraya gelip taburenin üstüne çıkarak her tarafa işeyeceğimi ve seninde buna güleceğini söyledim. Ve onlarla 300 $'ına iddiaya girdim. "

Antonio Banderas. Salma Hayek Steve Buscemi gibi yıldızlarla Tarantino filmlerini aratmayacak şiddet sahneleri ile büyük beğeni toplayan DESPERADO Tarantino’nun en feci şekilde öldüğü film oluyordu (Kafası bir güzel dağıtılıyor). Daha sonraları BİR ZAMANLAR MEKSİKA’DA adıyla ikincisi çekilen film ne yazık ki ilk filmin tadını vermiyordu. Filmin oyuncu kadrosunda kimi ararsanız bulunuyordu. Antonio Banderas Salma Hayek Johnny Depp Willem Dafoe Eva Mendes Mickey Rourke Enrique İglesias ama bu kadro bile filmi kurtarmaya yetmiyordu. Biz gelelim Tarantino’ya. Bu sefer ünlü siyahi yönetmen Spike Lee ile çalışır. Spike Lee'nin filmografisindeki en kötü film olarak gösterilen GIRL 6 Tarantino içinde pek farklı olmuyordu. QT lakaplı mızmız ukala bir yönetmeni oynayan Tarantino kısa rolüyle istemese de biraz tepki topluyordu. Bu tepki aslında yersizdi. Ama siyah insanların sorunlarını perdeye çok iyi yansıtan bir yönetmenin filminde sürekli Nigger (argoda zenci) kelimesini kullanması ve sürekli zencileri aşağılayan tavırlarıyla Spike değil de Tarantino tepkileri topladı. Hal bu ki bütün filmlerinde onun kahramanları bu kelimeyi sürekli sarf etmektedirler. Spike Lee bile zamanında bu yüzden Tarantino’nun filmlerini eleştirmiştir. Ta ki onunla beraber çalışıncaya kadar. (Galiba insanları etkilemeyi iyi başarıyor. Spike’ı bile etkilediğine göre). Alexandre Rockwell’in ilk yönetmenlik denemesi olan 1995 yapımı SOMEBODY TO LOVE filminde barmen olarak kameraların önüne geçiyordu Tarantino. Harvey Keitel ve Rosie Perez’in oynadığı film ne yazık ki beklenen ilgiyi görmüyordu. Tarantino ise o kadar kısa görülüyordu ki oynayıp oynamadığı bile anlaşılmıyordu. 1995 yılında rol aldığı bir diğer projede bir televizyon programıydı. ALL-AMERICAN GIRL isimli bu programda konuk oyuncu olarak kameralar karşısına geçiyor ve milleti gülmekten kırıp geçiriyordu. Ünlüler geçidi olan SATURDAY NIGHT LIVE SHOW adlı televizyon dizisinde bir kez daha kameralar karşısına geçiyordu. Ama unutulmaz parodilere imza atılan bu programda Tarantino hiçbir zaman akıllarda kalmıyacaktır.

1996 yılında Tarantino ilk başrol denemesiyle seyircilerin karşısına çıkar. Sadece başrol mü? Hem senaryo yazarı hem de yapımcı. Robert Rodriguez'in yönetmenliğin de bir kez daha beraber çalışma fırsatı bulurlar. FROM DUSK TILL DAWN isimli bu filmin Tarantino için özel bir yeri vardır. Gençliğinden beri korku filmi çekmek isteyen Tarantino ilk defa bir korku senaryosu yazıyordu. Aslında bu öykü Robert Kurtzman’nın kısa bir hikayesinden Tarantino tarafından senaryolaştırılıyordu. Film birbiriyle anlaşamayan iki kardeşin Teksas’da yaptıkları soygundan sonra yanlarına aldıkları rehinelerle yaptıkları klostrofobik yolculuğu anlatıyordu. Vampirlerle dolu bir bara sığındıklarında onlar için artık her şey çok geçtir. Yapmaları gereken şey çevrelerini sarmış olan yüzlerce vampirden kurtulmaktır. Başrollerinde George Clooney (bence şimdiye kadar oynadığı en karizmatik rol ) Quentin Tarantino Harvey Keitel Juliette Lewis Salma Hayek gibi yıldızları ile türünün hatırı sayılı örneklerini arasında yerini alır.

Dört yakın arkadaş bir film yapmaya karar verirler. Quentin Tarantino Robert Rodriguez Allison Anders Alexandre Rockwell kendileri yazıp kendileri çekerler. Dört farklı öyküden oluşan filmin yapımcılığınıda Lawrence Bender üstlenir. Tarantino dördüncü öykünün yönetmenliğini yapar. THRILL OF THE BET isimli bu öyküde yönetmenliğin yanı sıra senaryo yazarlığı ayrıca oyunculukta yapar. Alfred Hitchcock’ı ele aldığı bu öyküde Hollywood’un yeni komedyenlerinden Chester Rush (Tarantino) ve arkadaşları Leo (Bruce Willis) ile Norman (Paul Calderon) Mon Singor Oteli’nin çatı katına yerleşirler. Bir süre sonra kendi aralarında Hitchcock'un televizyonda oynayan dizilerinden birini canlandırmaya karar verirler. Ve olaylar hiç beklenmedik şekilde gelişmeye başlar. Malum bu Tarantino öyküsü ise işlerin yolunda gitmesi beklenemez. Film seyirciden beklenen ilgiyi görmez ama eleştirmenlerden olumlu puan alır. Filmde Dört öykü olmasına rağmen en çok ilgiyi Tarantino’nun öyküsü çeker. Hatta Tarantino ismi bu filmin pazarlanmasında ki en büyük etkendir.

Eveeeet. Tarantino’nun oyunculuk yaşantısına şimdilik bir ara verelim ve tekrar has ve has kendi filmlerine dönelim. Yani Öz Tarantino filmlerine. Tarantino 1992-93 yılları arasında yazdığı PULP FICTION'ı 8 milyon Dolar'a Hollywood standartlarının çok altında bir bütçeyle çeker. Yalnız filmin getirisi 150 milyon Dolar'ın üstünde olur. Getirisi sadece bunlar mıdır? Tabi ki hayır. Tarantino’yu bir anda dünyanın en iyi yönetmenleri kategorisine sokar. Bu filmle Orson Welles’dan sonra sinema tarihine adete yeni bir anlatım tarzı kazandırır. Aslında Orson Welles’in CITIZEN KANE filminin izinden giden bu anlatım tarzı yani farklı öykülerin iç içe geçirilmesi ve kronolojik sıraların yer değiştirmesi belki de hiç bu kadar etkili anlatılmamıştır. Filmin konusundan önce isterseniz oyunculardan bahsedelim. Önce kimden başlasak bilemiyorum. Evet evet başlanacak ilk isim tartışmasız Travolta. Sanırım sizler de benim gibi düşünüyorsunuz.

70’li yıllarda gençlerin en büyük idollerinden birisi tartışmasız John Travolta’ydı. Genç erkekler onun gibi saç kestirir onun gibi dans etmeye çalışırlardı. Saçları öyle bir ekol olmuştu ki John Travolta modeli diye bir tarz çıkmıştı. Eminim ki sizde şu geyiği mutlaka yapmışsınızdır. Yani saçlarını yeni kestirmiş bir arkadaşınıza yapılacak en güzel iltifatı; "John Travolta gibi olmuşsun." Tarık Akan’nın dan Kemal Sunal’ına pek çok Türk Filmi’nde de bu geyiği duymuşsunuzdur. 70’ler ve 80’lerin başları onun için rüya gibidir. CUMARTESİ GECESİ ATEŞİ filminde Oscar adaylığı kazanması pek çokları için sürpriz olsa da bence çok doğru bir karardı. Ama daha sonra onun için kabus dolu günler başlar. İşte bu yüzden. Bana göre Travolta okullarda ders olarak okutulması gereken bir aktör. Zirveye çıkmış bir aktörken bir anda "küçük dağları ben yarattım" havasına girince düşüşü de aynı hızla oluyordu. Alkol batağına saplanan Travolta bir anda ne olduğunu şaşırıyor ve peşinden koşan insanların artık ona ilgi göstermemesine neden oluyordu. Bir çok kez basınla başı derde giriyor ve her hafta başka skandal haberle sarsılıyordu. Sonunda yapımcılarda ona sırt çevirir ve hiçbir filmde rol vermezler. Bütün bunların sonunda John Travolta efsanesi sona eriyor ve unutulup gidiyordu. Ama Travolta’nın yaşayan aktörler içinde en iyilerinden birisi olduğunu düşünen birisi vardır. Ona neden rol verilmediğine bir türlü anlam veremeyen Tarantino Travolta’ya yeni filmi için başrol teklifi götürür. Herhalde Travolta’ya "kötü dans ederek büyük bir başarı yakalayacaksın" deseler buna kendisi bile inanmazdı. Yıllar sonra sinemaya Vincent Vega karakteriyle öyle bir dönüş yapıyordu ki yeniden bir Oscar adaylığı kazanıyordu. (Bir rivayete göre Vincent Vega RESORVOIR DOGS filminde ki Vic Vega’nın kardeşidir.) Şimdilerde milyon dolarlarla film çeviren Travolta yeniden doğuşunu Tarantino’ya borçlu dersek yeridir. Ama her şeyin yanında Travolta bu sefer eski hatalarını yapmıyor yere sağlam basıyor ve yaptığı en iyi işle yani oyunculukla anılıyor. Ee tabi bazen BATTLEFIELD EARTH gibi neden oynadığını anlayamadığımız rollerle çıkmıyor da değil hani. Biz yine de arada böyle şeyler olur diyor ve filmdeki diğer oyuncularımıza geçiyoruz.

SAMUEL L. JACKSON ismi sizleri bilmiyorum ama PULP FICTION’a kadar benim için bir anlam ifade etmiyordu. Ne zaman kafasında o kıvırcık saçlı perukla gördüm o zaman "bu adamda iş var" dedim. Sonra gölgede kalmış filmleri bir bir ortaya çıkmaya başladı. O zamanda bu adam bu kadar film çevirmiş ama "neden hiç bilmiyorum" dedim? PULP FICTION’nun Jules Winnfield’i hem Samuel L. Jackson’ı usta oyuncuların arasına yazdırıyor hem de ölümsüz karakterler arasında ki yerini alıyordu. UMA THURMAN’nın oyunculuğunu biliyorduk. Ama bu kadar çekici bu kadar seksi olduğunu doğrusu bilmiyorduk. Buz gibi bakışlarının altında elinde ki sigarasıyla filmin afişini de süsleyen Thurman Tarantino’nun yönetmenliğinde ki bir filmde ilk kadın kahramanımız oluyordu. Mia Wallace karakteri zararsız gibi görünse de etrafında ki herkes için saatli bir bombadır. Herhalde ne demek istediğimi herkes çok iyi anlamıştır. Aslında sinemayla ilgisi olmayan insanların bile yakından bildiği bir film olduğunu düşünürsek fazla ayrıntılara girmeye gerek yok diye düşünüyorum. Ama oyuncu kadromuza devam edelim bakalım. Tarantino’nun ilk filminde de oynayan Tim Roth bir kez daha karşımıza çıkıyor. Kabak yani Pumpkin karakteri filmin açılışında ve kapanışında bizlere eşlik ediyordu. Honey Bunny rolü ile yani sevgilisi olarak Güzel Ve Çirkin tarifine en iyi uyan aktrislerden Amanda Plummer oynuyordu. Boks yaparken göremediğimiz ama elinde ki samuray kılıcı ile birini ikiye ayırırken seyrettiğimiz boksör Butch Coolidge rolü ile Bruce Willis her zamanki karizmasını konuşturuyordu. Daha önce Arquette kardeşlerden abla Patricia bir Tarantino filminde oynamıştı. Bu sefer Arquette kardeşlerin iki bireyi PULP FICTION ’da rol alıyordu. Jody yani Rosanna Arquette dile takılan piercing’in ne işe yaradığını bizlere çok güzel anlatıyordu. Bir diğer Arquette olan Alexis’de ne kadar kötü bir nişancı olduğunu gözler önüne seriyordu. (Bknz. Vega ve Jules’in üstüne kurşun yağdıran adam). Bu filmle beraber yolu açılan diğer bir aktörde Ving Rhames oluyordu. Kimselerin adını dahi bilmediği bu aktör bir anda Hollywood’un en iyi projelerinde yer almaya başlıyordu. Film boyunca Marsellus Wallace karakterinin öyle bir havası var ki sanki başka bir Tony Montana (Scarface) ortalarda dolaşıyor diyorsunuz. Ama bir yere kadar. Herhalde PULP FICTION’nın beş bölüm devamını çevirseler kaybettiği karizmayı geri getiremezler. Ama karizmaya laf söyletmeyen The Wolf’u da unutmayalım. Harvey Keitel bozulan işleri yoluna koymakta bir numara olan Wolf’la bir kez daha Tarantino’nun yanında yer alıyordu. Sadece 15 saniye görülen Steve Buscemi Buddy Holly karakteri ile Tarantino’ya saygılarını sunuyordu. Odaya girip ufacık bir çocuğa babasının kahramanlıklarını!! sıralayan Binbaşı Koons yani Christopher Walken filmin en sakin karakterlerinden birisini oynuyordu. Yarım akıllı Fransız dilber Fabienne ise Maria De Madeiros ile hayat buluyordu. Yedinci sınıf macera filmlerinden tanıdığımız Peter Greene Zed karakteriyle bir mafya babasına yapılabilecek en kötü şeyi yapıyordu. Ve olmazsa olmazlardan. Tarantino yine karşımızda. Aslında oyunculuk yapmasına çok sinirlenmeme rağmen herhalde oynadıkları içinde ki en iyi rol diyebileceğim Jimmie karakteri ile filme bambaşka bir hava katıyordu. Eveeet. Oyuncularımızı sıraladıktan sonra filmimizin konusuna geçelim. Aslında bu filmin konusu nasıl anlatılır onu da bilmiyorum ya neyse. Bir deneme yapalım bakalım. İlk bakışta üç farklı hikaye var. Ve bu hikayelerde oynayan kahramanlar hep aynı. Birinde başrolde görülen bir diğer hikayede yardımcı oyuncu konumunda. Yok böyle olmayacak bu. İyisi biz bu konu olayını atlayalım. Yoksa ben konuyu özetleyim diye uğraşırken seyretmeyenler (eğer kaldıysa tabi) filmden soğuyacak. Biz şimdi filmle ilgili başka haberlere geçelim.

İlk filminde ünlü oyuncularla çalışmaktan kaçınan Tarantino ikinci filminde adeta Hollywood’u kadrosunda topluyordu. Bu onun artık kendisine ne kadar güvendiğinin de işaretidir. Kendisine bu kadar güvenmekte de haksız değildir. PULP FICTION Cannes Film Festivali’n de en iyi film ödülünü kazanır. Aslında film ilk oylamada birinci seçilmiştir. Ama Fransız jürinin baskısıyla bu karardan vazgeçilmiştir. Daha sonra biraz gecikmeli olsa da filmin en iyi film seçildiği açıklanmıştır. Oscar adaylıkları ise kimseyi şaşırtmıyordu. Toplam yedi dalda Oscar’a aday olmuş ama "En İyi Film" dalında bu ödüle uzanamamıştı. Tarantino "En İyi Orijinal Senaryo" dalında Oscar’ı kapmış ve çok ağır hareketlerle sahneye gelip ödülünü alıp hiç bir teşekkür konuşması yapmadan yerine oturmuştu. Filmle ilgili diğer bir şaşırtıcı haber ise Uma Thurman’nın oynadığı Mia rolü için ilk düşünülen isim Sylevester Stallone’nin eski karısı Brigitte Nielsen’dir. Ama Nielsen sinemayı bırakma kararı alınca gözler ikinci seçeneğe döner. Bu kişi de Holly Hunter’dır. Ama Hunter bir başka filmin çalışmalarına başladığı için bu projeye katılmaz. Üçüncü seçenek ise Uma Thurman’dır. Tarantino Thurman’la yaptığı görüşmeler sonucunda onu kadroya dahil eder. Tarantino’nun kendi hayatına göndermeleri ve başka filmlerden esinlendiği sahnelerde oldukça fazla. Örneğin boksörümüz Butch Coolidge’nin çocukluğunda yaşadığı yer Knoxville’dir. Ve şu meşhur altın saat Knoxville’de alınmıştır.Jules kafede soyguncu Pumpkin’e "Ringo" diye seslenir. Ringo Tarantino’nun en sevdiği spagetti-western dizisinde ki bir kahramandır. Jules aynı sahnede eli tetikte duran Honey Bunny’e "What is fonzie" diye sorar. Aldığı cevap ise aynı dizide ki gibi İngilizce-İtalyanca karıştırılmış bir aksandadır. Ayrıca Jules tıpkı Kung-fu dizindeki Çekirge gibi dünyayı dolaşmak istemektedir. Daha önce hayatını borçlu olduğu THE PARTRIDGE FAMILY isimli diziden bahsetmiştim. Mia ile Vincent’ın sohbetinde Mia şunu sorar. BRADY BUNCH ya da THE PARTRIDGE FAMILY? Vincent’ın cevabı tabi ki THE PARTRIDGE FAMILY’dir. Jules kurbanlarını öldürmeden önce İncil’den alıntı yapar. Ve sözlerini bitirdikten sonra kurbanını öldürür. Bu sahnede Tarantino’nun en çok sevdiği dizilerden birisi olan SHADOW WARRIORS'dan esinlenilmiştir. Tıpkı daha önce Samuray kılıcının kullanıldığı sahneden bahsetmiş olduğum gibi. Bu dizide Sony Chiba kötü adamları öldürmeden önce sıkı bir laf söyler "GÜNEŞ VE AY ÖLDÜREBİLEN GÖLGELER OLDUĞUNU BİLİYORLAR MI?". Jules’da aynı şekilde sıkı bir konuşma yapıp sonra kurbanlarını öldürür. (Bu arada bir hatırlatma yapalım. Çocukluğundan beri hayranı olduğu Chiba’ya Kill Bill’de rol verir ve en büyük hayallerinden birisi gerçekleştirir. Ama buna daha sonra geleceğiz). Filmde ki altın saat hikayesi ise Mıchael Cimino’nun THE HUNTER’ından esinlenilmiş. Aslında Tarantino çarpıcılığı bu yüzden çok güzel. Onun filmleri kuru şiddetten ibaret değil. Sinema hakkında edinilmiş bir birikim ile seyredildiklerinde bu filmlerden çok daha fazla bir zevk almak mümkün. Çünkü o zaman filmdeki göndermelerin farkına varabiliyorsunuz. Onun filmlerinde sanki aralara serpiştirilmiş şifreler gibi bir çok gönderme mevcut. Kendisi de zaten bunu açıkca dile getiriyor. Onu usta bir hırsız olarak tanımlayanlar da var işlenen bir konuya güzellik katıyor diyenler de. Ama ne denirse densin Tarantino sinemasında ki en büyük tad en büyük haz burada yatıyor. Bu yüzden onu eleştirmek yerine hep övgülere boğuyorlar.Biraz fazla takıldık bu konuda.şimdi PULP FICTION ‘dan unutulmaz diyaloglara geçelim. Belki de en çok zorlanacağım bu film olacak. Ama hadi hayırlısı.



Jules ve Vincent patronlarına kazık atmaya çalışan Roger Brett Marvin isimli üç gencin odasına girer. Burada Hamburgerler ve içecekler üzerine bir yığın konuşma yaparlar.Ve sonunda gerçek konuşmaya geçerler.


JULES : Sen kah küllü  neden buradayız biliyor musun?
ROGER : (kafasını sallar) Evet
JULES : Öyleyse neden adamım Vince’e bu boku burada nerde sakladığınızı söylemiyorsun.
MARVIN : Orada …
JULES : Lanet şeyi sana sorduğumu hatırlamıyorum. (Roger’a dönerek) Ne diyordun?
ROGER : Dolapta.


Vincent dolaba bakar eğilir  sonra siyah yaylı bir evrak çantasıyla kalkar.


VINCENT : Buldum
Vincent çantayı açar.İçinden bir parıltı yayılır.Vincent bakakalmıştır.
JULES : Mutlu muyuz?


Donmuş Vincent’tan ses yok.


JULES : Vincent !!
VINCENT: (kafasını kaldırır ve çantayı kapatarak) Mutluyuz.
BRETT : (jules’a) Bak senin adın ne? Onun adını öğrendim  Vincent ama seninki ne?
JULES : Benim adım Pitt ve dışarıda bu bok hakkında çeneni tutman gerekiyor.
BRETT : Ben sadece Bay Wallace ile aramızda işlerin bu kadar s.ktiri boktan geçmesi hakkında ne kadar üzgün olduğumu bilmenizi istiyorum. Bu işe girdiğimizde çok iyi niyetliydik.


Brett konuşurken Jules silahını çıkarır ve Roger’ın göğsüne üç el ateş eder. Brett bir anda taş kesilir ve yüzü ağlamaklı bir ifadeye döner.


JULES : (Brett’e) Ah üzgünüm.Konsantrasyonunu mu bozduk? Bunu yapmak istemedim.Lütfen devam et.iyi niyet hakkında bir şeyler söylüyordun sanırım. (Brett’in ağzını bıçak açmaz) Mesele ne? Ah zaten dışındaydın.Evet baştan almama izin ver.Bana Marsellus Wallace’ın neye benzediğini tarif eder misin?


Brett yine konuşmaz. Jules vahşice sehpayı tekmeleyip alt üst eder.Karşısına dikilir.


JULES : Hangi ülkedensin?
BRETT : Ne ??
JULES : Ne diye bir ülke bilmiyorum.İngilizce mi konuşurlar orada?
BRETT : (kalp krizi geçiriyormuş gibi) Ne ??
JULES : Or.spu çocuğu, İn-gi-liz-ce ko-nu-şa-bi-li-yor-mu-sun?
BRETT : Evet
JULES : Öyleyse ne dediği mi anlıyorsun ha?
BRETT : Evet
JULES : Şimdi Marsellus Wallace neye benziyor tarif et!!
BRETT : (korku içinde) Ne??


Jules 45’liğini alır ve Brett’in kafasına dayar.


JULES : Bir daha “Ne” de haydi söyle, “Ne” diye!! Meydan okuyorum iki defa meydan okuyorum or.spu çocuğu. Bir kez daha “Ne” de !!


Brett oturduğu sandalyede geriye doğru gitmektedir.


JULES : Şimdi bana Marsellus Wallace ‘ı tarif et!!
BRETT : Evet o…o….o…. siyah.
JULES : Devam et!
BRETT : Ve….o…o…kel !!.
JULES : Or.spu gibi görünüyor mu?!?
BRETT : Ne ????


Jules Brett’in bir kez daha “Ne” demesi üzerine deliye döner ve Brett’i omzundan vurur. Brett çığlık atmaya başlar.


JULES : O-ros-pu-ya-ben-zi-yor-mu?!
BRETT : (Acı içinde) Hayır.
JULES : Öyleyse neden onu bir or.spu gibi s.kmeye kalktınız?!?
BRETT : Yapmadım.
JULES : Evet yaptın Brett.onu düzmeye çalıştın ve Marsellus Wallace . Bayan Wallace dışında biri tarafından düzülmek istemiyor.Hiç İncil okudun mu Brett?
BRETT : Evet.
JULES : Ezberlediğim bir pasaj var,bu duruma uygun görülüyor : Ezekiel 25:17 “ Doğru insanın yolu şeytanların zulmü ve adaletsizliğiyle çepeçevre kuşatılmıştır.Kim ki  merhamet ve iyi dilek adına zayıfları güder karanlık vadisinde o gerçekten kardeşinin koruyucusu ve yitik çocukları bulandırkutsanmıştır o. Ve ben o kardeşlerimi zehirlemek ve yok etmek isteyenlere şiddetli intikam ve öfkeyle vuracağım.Ve kızgın azarlamalarla onlardan büyük öçler alacağım; ve ben öcümü onların üzerine getirince bilecekler ki ben Rab’bım.”


Jules ve Vincent silahlarını sandalyede oturan Brett’in üstüne boşaltırlar.
Kamera Butch Coolidge’nin yüzünü göstermektedir. Dışarıdan Marsellus Wallace’ın sesi gelmektedir.


MARSELLUS : Tüm bu pislik olup bittiğinde sanırım kendini sırıtan bir or.spu çocuğu olarak bulacaksın.Mesele Butch şimdi gücün var. Ama şu da acı ki güç sonsuza dek sürmez. Ve günlerin bitmek üzere. Şimdi bu hayatın zor kahrolası bir gerçeği ama hayatın bu gerçeğini kıçın gerçekçi bir şekilde düşünmek zorunda. İş yaşlandıkça şarap gibi olacağını zanneden or.spu çocuklarıyla dolu.Ayrıca  tüm yolu kat etsen de ne olacaksın? Dünya tüy sıklet şampiyonu. Kim bir bok verir ? Bununla bir kredi kartı bile alabileceğinden emin değilim.


Bir el  Butch’ın önündeki masanın üzerine içi para dolu bir zarf koyar.Butch onu alır.


MARSELLUS : Şimdi dövüş gecesi  hafif kederlenebilirsin. Bu onur düzücü zihniyet anlarsın ya. Ko ’ onura !! Onur yalnızca yaralar , hiç yardım etmez. Savaş bu bokla. Çünkü tam bir yıl sonra , Karayipler ’de “Marsellus Wallace haklıydı” diyeceksin.
BUTCH : Bununla sorunum yok bay Wallace.
MARSELLUS : Beşincide , kıçın düşer.
BUTCH : (kafasını sallar ) Evet
MARSELLUS : Söyle.
BUTCH : Beşincide kıçım düşer.


Herkesin başına gelebilecek !!! küçük bir kazadan sonra Jules ve Vincent Chevy Nova marka arabaları ile arka koltukta kafası dağılmış olan bir zenciyle Jimmie’nin evine giderler.
Üç adam Jimmie’nin mutfağında ellerinde kahve fincanlarıyla durmaktadır.



JULES : Lanet olsun Jimmie,bu gerçekten iştah açıcı bir şey. Ben ve Vincent, dondurulmuş Tasters Choice’la da idare edebilirdik. Bu lezzetli şeyleri bize ikram ediyorsun. Bu ne iyilik ??
JIMMIE : Kes şunu Julie.
JULES : Ne??
JIMMIE : Ben mısır koçanı değilim,beni yağlamayı bırak. Kahvemin ne kadar iyi olduğunu söylemene gerek yok. Onu alan benim ne kadar iyi olduğunu biliyorum. Bonnie alışverişe gittiğinde bok alır. Ben iştah açıcı pahalı olanından alırım çünkü içtiğim zaman tadını almak isterim. Ama şu anda aklımı kurcalayan mutfağımdaki kahve değil garajımdaki ölü zenci.
JULES : Jimmie
JIMMIE : Ben konuşuyorum . Şimdi sana bir sorum var Jules . Buraya gelirken “Ölü Zenci Deposu” diye bir tabela gördün mü?
JULES : Jimmie
JIMMIE : Soruyu yanıtla. Evimin önünde “Ölü Zenci Deposu” diye bir tabela gördün mü?
JULES : Hayır oğlum görmedim.
JIMMIE : O tabelayı niye görmediğini biliyor musun?
JULES : Neden?
JIMMIE : Çünkü ölü zencileri depolamak benim işim değil.
JULES : Jimmie…

JIMMIE : Ben yokum. Bonnie eve gelip de evinde bir ceset bulursa ayrılmak zorunda kalacağımı anlamıyor musun? Evlilik danışmanı yok ayrı geçirilecek deneme süresi yok lanet olası boşanma var. Ve ben boşanmak istemiyorum. Bonnie ile bunu konuştuğum son sefer Bonnie ile bunu konuştuğum son sefer olacak. Şimdi sana yardım etmek istiyorum Julie gerçekten istiyorum. Ama bunu yaparken karımı kaybedemem.
JULES : Jimmie
JIMMIE : Bana Jimmie deyip durma oğlum. Bana karımı sevdiğimi unutturacak bir şey söyleyemezsin.şimdi o hastanede morg vardiyasında çalışıyor.Bir buçuk saate kalmaz eve dönmüş olacak.Telefon konuşmalarınızı yapın.adamlarınızla konuşun ve evimden .ktir olun gidin.
JULES : Tek isteğimiz bu. Pisliğe basmanı istemeyiz. Sadece bizi paketlemeleri için adamlarımızı aramamız gerekiyor.
JIMMIE : Öyleyse size tavsiyem başlamanız.telefon yatak odamda.
JULES : Sen bir dostsun Jimmie sen iyi bir dostsun!!
JIMMIE : Evetevetevet. Ben gerçekten iyi bir dostum. İyi dostkötü koca yakında eski koca olacağım. ( başını kaldırır) Sen ki.
VINCENT : Ben Vincent’ım . Ve Jimmie bir demet teşekkür. (iki adam güler)
JIMMIE : Boş ver.


Bir başka sahne daha…


WOLF : Ben Winston Wolf sorunları çözerim.
JIMMIE : İyi çünkü bizde bir tane var…

Evet Tarantino bu filmden sonra neler yapmış bir bakalım. PULP FICTION bütün dünyada inanılmaz bir başarı yakalayınca Tarantino’ya inanılmaz teklifler gelir. Bunlar içinde en ilginç olanı şüphesiz HALLOWEEN 6’nın yönetmenliğidir. Tarantino bu teklifi ciddi ciddi düşünür ama yakın dostu Roger Avary onu bu düşünceden vazgeçirir. Sonra yapımcılığını üstlenmeye karar verir ama Avary buna da müsaade etmez. Böylece büyük bir yanlıştan dönülmüş olur. Ama sıkı durun. Tarantino’nun oyunculuğuna hayran olan birisi vardır. Bu kişi Steven Spielberg’in ta kendisidir. Tarantino’ya SAVING PRIVATE RYAN filminde başrol teklif eder. Ama Tarantino JACKIE BROWN filminin çalışmalarına başladığı için bu teklifi kabul etmez. Spielberg daha sonra onun rolünü Tom Sizemore’a verir. Hepsi bu mu? Tabi ki hayır. MEN IN BLACK filminin yönetmenliği teklif edilir. Ama senaryoyu okumadan tekrar iade eder. Çünkü bu onun istediği şey bu değildir. O kendi filminin senaryosunu kendi yazmak istiyordur. Ayrıca PULP FICTION'dan sonra onun ayarından çok aşağılarda bir film yapmak istemektedir. James Bond serisinin ilk romanı olan CASINO ROYALE’ı yeniden uyarlamaya karar verir. Kafasında James Bond filmlerinden çok farklı bir şeyler vardır. Hakları için girişimlere başlar. Ama yapımcılar bu sırada GOLDEN EYE filmini yapmakla meşguldürler. Böyle olunca da kendilerine rakip çıkartmak yerine projeyi satmama kararı alırlar. Böylece Tarantino’nun bu hayali suya düşer. Bu sırada film teklifini geri çevirdiği Steven Spielberg’le başka bir projede yer alır. Spielberg tarafından hazırlanan interaktif CD-ROM oyunundaki kahramanı canlandırır. İlgilenenlere ufak bir hatırlatma yapayım. Bu oyun ülkemizde çıkmadı.

Tarantino en sonunda hayranı olduğu ünlü yazar Elmore Leonard’ın "Rum Punch" isimli romanını uyarlamaya karar verir. Ve JACKIE BROWN’nın senaryosunu yazmaya başlar. Senaryoyu bitirdiğinde Elmore Leonard ile irtibata geçer ve senaryosunu ona gönderir. Amacı hayranı olduğu bu yazarında fikrini almaktır. Elmore senaryoyu okuduktan sonra Tarantino’ya geri gönderir ve üstüne şöyle yazar. "Sadece bugüne kadar yazdığım eserlerimin en iyi adaptasyonu değil aynı zamanda okuduğum en iyi senaryo". Bu cevap Tarantino’yu çok memnun etmiştir. Daha sonra Elmore’la görüşerek filme yönetici yapımcı olarak katılmasını sağlar. Aslında bu sadece göstermeliktir. Çünkü çekimlerde Elmore hiç bulunmamıştır. Sadece Tarantino’ya destek olmak amacıyla bunu kabul etmiştir. Bir diğer bomba habere geçelim bu arada. Elmore’un Tarantino’nun hayatında trajik komik bir yeri de vardır. Bunu daha önce anlatmak istemedim çünkü buraya saklamıştım. Tarantino 15 yaşındayken bir kitapevinden hayranı olduğu ünlü yazar Elmore Leonard’ın "The Switch" adlı kitabını çalmaya çalışırken yakalanır ve gözaltına alınır. Gözaltına alınmasına içerlemez ama kitabı çalamadığına çok üzülür. Nitekim 1 hafta sonra aynı kitapevine giderek kitabı yakalanmadan tekrar çalar. Yıllar sonrada uğrunda gözaltına alındığı Elmore’la aynı proje içinde çalışır. Bu gerçekten tam Tarantinoluk bir olay.

Tarantino "Rum Punch"ı senaryolaştırırken en büyük değişikliği öyküdeki kahramanda yapar. Rum Punch’da kahraman Jackie Burke adında beyaz bir kadındır. O rol için aktris düşününce aklına kimseler gelmez. Sonra aklına eskiden beri hayranı olduğu hatta RESERVOIR DOGS filminde kahramanlarımızın arabada bütün bir yol boyunca hakkında tartıştıkları Pam Grier gelir. Onun için bütün senaryoyu değiştirmeyi bile göze alır. 70’lerin unutulmaz sert kadını şimdilerde unutulmuş bir şekilde sadece televizyon şovlarından ve yardımcı oyunculuklardan para kazanmaktadır. Tarantino elinde ki senaryoyla Grier’ın kapısını çalar. Öykünün onun üstüne kurulu olduğundan ve o olmaz ise bu filminde olmayacağından bahseder. Zaten zor günler geçiren Grier böyle bir teklifi görünce hele ki Robert De Niro ve Samuel L. Jackson gibi ünlülerin üstünde isminin yazılacağını öğrenince gözlerine inanamaz. Tarantino Grier’e jest olarak filmin adını da değiştirir. Grier’in 70’lerde çevirdiği bütün filmlerde canlandırdığı karakterler oynadığı filmlere adını vermiştir. (Foxy Brown Coffy Sheba Baby) Böylece filmin ismini zenci bir karaktere uygun hale getirir:JACKIE BROWN. Yani bu film artık her şeyiyle bir Pam Grier filmidir. Diğer roller için düşündüğü ilk isimlerle anlaşma sağlanır. Kimi istediyse filmine dahil etmeyi başarmıştır. Samuel L. Jackson filmde ki kilit isimdir. O sıralar da SPHERE filminin çekimlerine başlamak üzeredir. Ama Tarantino’yu kıramaz ve iki filmin çekimleri arasında mekik dokur. Ordell Robbie karakteri onun için yazılmıştır. Aslında bu karakter kötü bir adammış gibi gözükse de aynı zamanda cana yakın biri gibi görülmelidir. Zaten PULP FICTION’da aynı böyle bir karakteri başarıyla canlandırmıştır. Bu yüzden Jackson Ordell Robbie’de hiç zorlanmadan çok başarılı bir oyun çıkarır ve bir kez daha Oscar’a aday oluyr. Yalnız En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü Martin Landau’ya kaptırır. JACKIE BROWN’da sadece Grier geçmişten kopup gelmemiştir. Geçmişten kopup gelen bir diğer isim de Robert Foster’dır. 70’li yıllarda bir çok TV dizisinde sert adam karakterleri çizen Forster tam sinemanın ne olduğunu dahi unutmaya başlamışken Tarantino tarafından gelen teklifle yeniden doğar. Filmde Max Cherry adındaki kefalet bürosu işleten birisini canlandırır. Veeeeeeeeeeeee bir çok sinema severin hayallerinden birisi gerçekleşir. Bana göre gelmiş geçmiş en büyük aktör Robert De Niro bir Tarantino filminde oynar. Tarantino ve De Niro’nun aynı projede yer alması bile bence bu filmi her şeyiyle mükemmel kılıyor. İsterse bu ikili Pollyanna’yı çevirsin. Nasıl olursa olsun o bile mükemmel olacaktır. De Niro sinema kariyerinde ki en sessiz ve en karizmatik rollerinden birisinde gözükür. Louıs Gara hapisten yeni çıkmış olan ikinci sınıf bir hayduttur. Aslında birazda yarım akıllı dersek hiç yanlış olmaz. Arkadaşı Ordell günün birinde ondan peşinde olduğu bir milyon doları alabilmesi için yardım ister. Böylece o da paranın peşine düşer. Ordell’in kız arkadaşı rolünde Fonda hanedanlığının son kuşak temsilcisi Brıdget Fonda olur. Filmde ki en genç isim odur. Adeta yaşlılar tayfasıyla çevrilen filmin dilberi de diyebiliriz. Melanie Ordell’in sevgilisidr. Ama gözü paradan başka hiç bir şeyi görmez. Bu uğurda sevgilisine dahi kazık atmayı göze alacak cesarete sahiptir. Amacı Ordell’i yakalamak olan dedektif Ray Nicolette rolü ile Micheal Keaton bana göre MY LIFE filminden beri en oturaklı rolünde gözüküyor.

Şimdi gelelim filmimizin konusuna. Aslında oyuncuları anlatırken biraz konuya da değindim ama şöyle bir özetini yazalım bakalım. Amerika’da yedinci sınıf bir havayolu şirketinde hostes olarak çalışan Jackie silah kaçakçısı Ordell için kirli para taşımaktadır. Bu olaydan haberdar olan polis Ordell’i yakalamak için Jackie’yi kullanmaya çalışır. Ama Jackie bunu kabul etmez. Ordell ise Jackie’nin polisler tarafından göz altına alındığını duyunca kendisine ihanet edeceğini düşünür ve onu ortadan kaldırmaya çalışır. Bunun üstüne Ordell ile Jackie son işlerinin parası olan yarım milyon doların peşine düşer. Bundan sonrası ise kimin kiminle oynadığı belli olmayan bir oyuna dönüşür.

Film eleştirmenlerden tam puan alır. Ama seyirciler tarafından yadırganır. Aslında yadırganması film kötü olduğu için falan değildir. Onlar klasik Tarantino çizgisinden çok uzakta bulurlar. Bu sefer kan revan içinde sahneler yoktur. Aslında Tarantino bu konu için şöyle diyor. "Ben bundan önceki filmlerimde şiddeti nasıl bilerek yükseltmediysem bu filmde de bilerek düşürmedim. Ben senaryo neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Olaylar nasıl gelişiyorsa onu yansıtırım. Eğer Elmore Leonard daha fazla kişiyi öldürseydi bende daha fazla kişiyi öldürürdüm. Ben ne gerekiyorsa onu yapıyorum". Bu filmi diğerlerinden ayıran en önemli unsur filmin senaryo üstüne değil tamamen karakterler üstüne kurulmuş olması. Yani bu filmde Tarantino aksiyonu değil oyuncuları yönetiyor. Oyuncuları diğer filmlerine göre daha derinlemesine inceliyor. Öyle ki kendi filmlerinde oynamayı adet haline getiren Tarantino bu filmde hiç gözükmüyor. Nedeni sorulduğunda da "Bana uygun bir rol yoktu. Eğer filmin gidişatına uyacak bir rol bulursam onu filme eklemeyi hiç yadırgamam. Sadece ben oynayacağım diye bu filme herhangi bir karakter ekleyemezdim. O yüzden bu filmimde yokum" diyor. Bana göre Tarantino durulsa da hızlansa da ne olursa olsun bu işi çok iyi yaptığı kesin. Bu filmi ise başında dediğim gibi De Niro = Tarantino. Bu filmin kötü olması gibi bir olasılık akıllardan bile geçirilmez.








  • http://www.forumuz.net/172286-quentin-tarantino-ve-sinema.html adresinden alıntılanmıştır...

    Hiç yorum yok: