20 Aralık 2011 Salı

BRECHT ESTETİĞİ, SANAT VE GERÇEK


Gerçeğin taklidinin aynı zamanda sanatın başlangıcı olduğu kabul edilmektedir.
İnsan bilinen ilk resmi, korku ve kendini koruma güdüsüyle mağara duvarına “büyü”
işlevi görmesi amacıyla yapmıştı. Doğanın benzerini yaparak onu hakimiyeti altına alma
ihtiyacı bugün farklı bir şekle dönüşmüşse de sanatın ne olduğu sorusuna verilecek ilk
cevap bugün hala , taklit (mimesis), benzetme ya da yansıtma olduğudur.
Mimesis kavramı ilk olarak Aristotales’in Poetika isimli eserinde karşımıza çıkar.
Aristotales, mimesis’i hem taklit hem de yansıtma anlamında kullanır. Ona göre mimesis
insanın ana özelliği ve temel bir içgüdüsüdür. İnsanın meydana getirdiği her şeyin ve tüm
bilgisinin temelinde mimesis vardır. Aristoteles'e göre her bilgi , her sanat bir mimesistir
ve sanatlarda belli bir şekilde gerçekleşir. Sanatçı belli araçları kullanarak objeleri taklit
eder.

Gerçeğin taklidi bütün sanat dallarında değişik şekillerde ortaya çıkabilir, ancak en
yüksek noktasına tragedyada ulaşır. Mükemmel bir tragedya, gerçek hayatta acıma ve
korku duygularını yaratan olayları taklit ederek, seyircide benzer hisleri uyandırır.
Kahramanlarla özdeşleşen izleyici katarsis yoluyla öfkesini , düşmanlıklarını oyuncular ve
oyun vasıtasıyla akıtır, böylelikle ruhunu arındırır.
Başlangıcından beri sanatın, doğanın taklidi (mimesisi) olarak tanımlanmasından
başka, dış dünyayı yansıtan bir ayna olduğuna dayanan kuramlar günümüze kadar
gelmiştir. Örneğin bir ressamın doğanın tıpatıp aynısını resmedebilmesi en yüksek övgüyü
almasını sağlıyordu.
Sanatın yansıtma özelliğinden doğan Yansıtma kuramı ilk kez 18 yy.’da
Johnson tarafından edebiyatta kullanılmaya başlanmıştır. Berna Moran, Edebiyat
Kuramları ve Eleştiri adlı yapıtında edebiyat kuramları içerisinde yansıtma kuramlarını
ayrıntılı bir biçimde inceler. Moran’ın yansıtma kuramlarına getirdiği bu perspektif,
sanatın bu doğrultuda aldığı yolu değerlendirmek ve Brecht’in sanatın mimesis ve
yansıtma işlevine getirdiği eleştiriyi konumlandırmak bakımından aydınlatıcıdır.
Berna Moran, Yansıtma Kuramlarını iki dönem halinde inceler. 18. yy.’ın
ortalarına kadar süren ve Aristotales’in yorumlarının ele alındığı ilk dönem ve 19. yy.’dan
itibaren yeni bir anlayışla devam eden ikinci dönem.
Moran’a göre, ilk dönemde belli başlı üç görüş öne sürülmüştür. Bunlardan ilki
olan “Sanat görüngü dünyasını yansıtır” anlayışına göre sanatçı, reel alemi bütün
çıplaklığı ile, mümkün olabildiğince gerçeğe sadık kalarak yansıttığına ya da yansıtması
gerektiğine inanır. Burada sanatçı hayattan bir kesiti olduğu gibi sunar. Bu anlamda
meydana getirilen eser, yüzeysel bir gerçekliğin kopyası olarak görülür. Platon, şair ya da
ressamı şöyle anlatır: “istersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti
güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.”
Bu basit benzetme anlayışı, Eski Yunan’da yaygın olarak kullanılmıştır (Moran, 2006,
s.19-24).
“Sanatın geneli ya da özü yansıttığı” teorisine göre ise sanatçı, olanı değil, olabilir
olanı yansıtır. Bir adamı olduğu gibi anlatmanın, tarihin işi olduğu ileri sürülerek sanatın,
bunun aksine bir adamın hayatında –genel olarak hayatta- evrensel olan unsurları
yansıtması gerektiği savunulur. Bunun için de anlatılmak istenenin özüne ait olmayan
unsurlar, ayrıntılar ve rastlantısal hadiseler atılır, gerekli olanlar seçilip ayıklanarak olay
örgüsü düzenlenir. Böylece esere hem yapısal olarak bir birlik , hem de insan dünyasıyla
ilgili bir anlam sağlar. Aristotales’e göre neden-sonuç ilişkisine göre şekillendirilmiş olay
örgüsü çok önemlidir.(a.g.e, s. 28)

“Sanat ideal olanı yansıtır” görüşü de Aristotales’e dayanır. Bu görüşe göre,
sanat eserinin zevk vermesi beklendiğine göre çirkin, kaba, hoşa gitmeyen şeyleri atması
ve yalnızca güzeli, hoş ve ideal olanı seçmesi uygun olur. Bu anlayış sadece tabiatta değil
moral değerlerde de, karakter yapısında da, gerçeği değil ideal olanı yansıtır. Sadık, yiğit
ve her bakımdan mükemmel bir adam, ancak sanat eserlerinde bulunabilecek ideal
örneklerdir. Bu görüş gerçeği değil, mükemmelleştirilmiş , hayal edilen bir dünyayının
anlatılması gerektiğini savunur. (a.g.e, s.34-35)
Berna Moran’a göre ikinci dönemi Marksist Estetik oluşturur. 19. ve 20.yüzyılda
yansıtma kuramını, sanatı açıklamak için kullanan en önemli kuram Marksist estetiktir.
Batıda çeşitli yazarların elinde sürüp giden gerçekçilik, Rusya’da farklı açılardan
gelişmiştir. Tolstoy, Çehov ve Gorki gibi yazarlar büyük eserler vermişlerdir. Çernişevski
yazarın tarafsızlığı noktasında, Batı’daki gerçekçilerden ayrılarak Marksistlere
yaklaşmıştır. Marksist estetiği, partinin saptadığı kesin bir görüşün olmadığı ilk dönem ve
sanatın Sovyetlerde resmi bir nitelik kazanarak “toplumcu gerçekçilik” adını aldığı iki
dönem halinde geliştiğini görüyoruz.

Sanat ve edebiyata düşkün olmakla birlikte Marx ve Engels, Marksist kuramı
ortaya atmakla sanatı, ekonomik yapıya bağlamış ve aradaki bağın niteliği üzerinde
çıkarımlarda bulunmuştur. Ortaya atılan Marksist kuram geliştirilmemişse de tarihi
maddecilik öğretileri ile sanat belli bir yere oturtulmaya çalışılmıştır.
Marksist kuramı ilk defa bir estetik kuram haline getirmeye çalışan Plehanov,
Marksist felsefenin temel fikri olan, olayları maddi ve ekonomik nedenlerle açıklamak
ilkesini, sanat kuramını aydınlatmak için kullanmıştır. Bu anlayışa göre sanatın kökeni
iştir. Dans, şiir, resim, süsleme vs. hep ilkel toplumların barınma, beslenme gibi
faaliyetlerinden doğmuştur. Örneğin, yük taşıyanlar, kürek çekenler, deriyi işleyenler vb.
bu işleri yaparken şarkı mırıldanırlar. Söyledikleri şarkının ritmi, iş sırasında yapılan beden
hareketlerini kolaylaştırır ve düzenler. Ayrıca ilkel danslar, doğa üzerinde hakimiyet
kurma çabasının sonucunda gelişmiştir. İlkel insan, avlanmak istenen hayvanın resmini
yaparak ya da hareketlerini taklit ederek, avını daha rahat ele geçirebileceğine
inanmaktaydı. Plehanov’a göre sanat eserini bilimsel eserlerden ayıran özellik hakikati
lojik yoldan değil, imgeler vasıtasıyla dile getirmesidir. Ayrıca sanat eserinin biçimi,
içeriğine uygun olmalıdır. Eğer sanata uygun yöntem gerçeği imgeler yoluyla anlatmaksa,
sanat eserinde açık ve doğrudan propaganda olmamalıdır. Sanat kendine özgü bünyesini
korumalıdır. (a.g.e, s.41-44)

Moran’a göre Toplumcu Gerçekçilik, Marksist estetiğin ikinci dönemi olarak
Sovyetler’de geliştirilmiştir. Bu anlayış sanatın ne olduğundan ziyade, ne olması gerektiği
üzerinde durmaktadır. Bu kurama göre de sanat yansıtmadır ancak, sanatın yansıttığı
gerçeklik, toplumsal gerçekliktir. Toplumcu Gerçekçilik, Marksizmin bilgi teorisi ile
Hegel’in estetik anlayışını birleştirerek, sanat eserini dış gerçekliği yansıtan somut-genel
yapısıyla ele almaktadır.Toplumcu Gerçekçili’ği geliştirmeye çalışan en önemli Marksist estetik kuramcısı
Georg Lukacs’a göre de sanat bir yansıtmadır ve yansıtma yöntemleri başlıca ikiye
ayrılır: Gerçekçilik ve Doğalcılık. Bunlardan birincisi sosyal gerçekliği yansıtabilir, ikincisi
yansıtamaz. Ona göre Gerçekçilik , yazarın toplumun belli bir dönemindeki gelişim
doğrultusunu belirleyen tarihi süreçleri, yani toplumun iç yapısını ve dinamiğini
kavramaktır. Tip ya da Temsil Edici karakter vasıtasıyla hem tarihi güçleri kendi
kişiliğinde somutlaştırır, hem de kendine özgü nitelikleri ile canlı yaşayan bir birey olur.
Toplumsal süreçler bu tip/temsilci karakter yoluyla yansıtılır. Doğalcılıkta ise gerçeği
olduğu gibi aktarmak gayesiyle uzun tasvirler ve betimler yapılır. Ancak bu yüzeysel
gerçekliği vermekten öteye gitmez. Gerçekçi edebiyatta tipik bireyin eylemini daha çok
tarihi koşullar alırken, doğalcılıkta karakterin davranışlarını daha çok psikolojisi,
fizyolojisi ve hatta kalıtımı ( ırsi) belirler. Lukacs gerçekçiliği tek yöntem 19. yy. gerçekçi
romanını da vazgeçilmez bir örnek olarak ileri sürer.
Plehanov ile sistemleşmeye başlayan Marksist estetik, Toplumcu Gerçekçilik ile
farklı bir mecrada akışını sürdürmüş ve son olarak L. Althusser ile yeniden
yorumlanmıştır. Althusser’e göre toplumsal gerçekliği ve onda meydana gelen değişikliği,
ekonomik düzeyde meydana gelen değişimlere endeksleyemeyiz. Çünkü toplumsal
gerçeklik, ekonomik, politik ve ideolojik boyutlardan oluşmaktadır.
Marksist estetikte edebiyat çoğunlukla altyapının bir ürünü olan ideolojiyi
yansıtmaktadır. Oysa Althusser’e göre ise edebiyat, ideoloji değildir. Sanat hayatı
yansıtırken bize insanların yaşantısını da verir. Bu açıdan edebiyatı yansıtıcı bir ayna
olarak görmek yanlıştır. Çünkü edebiyat bir üretimdir. Ürettiği şey ise görünürlük
kazanmış, kendini ele vermiş ideolojidir. ( a,g.e, s.52-54)
Brecht’in kendi estetik kuramının temelinde onun görüşlerinin bulunduğunu ifade
ettiği Marx’a göre gerçeklik , bir takım yollar ve güçler vasıtasıyla gizlenmişti. “Emeğin
toplumsal niteliği, üreticiler arasındaki toplumsal bağlar, üreticilerin birbirine karşı
bağımlılıkları, ancak pazarda, meta değişiminde ortaya çıkar ve kendilerini gösterirler.
Burada birbirleriyle ilişki kuranlar , sanki insanlar değil de metalarmış gibi gelir insana”

(Nikitin’den aktaran Parkan, 1991, s. 22). Bu yaklaşıma göre insan bu oluşumu ortaya
çıkaran bütün bir süreci kavramadıkça kendini tanımlayamaz. Bu gizleniş “yabancılaşma
sonucunu” ortaya çıkarmaktadır.
Brecht estetiği için gerçek çok önemlidir. Ona göre sanatın amacı karmaşıklaşan
ilişkiler içindeki bireyin ve gizlenen gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bunu şu şekilde dile
getirir : “Gerçekçi şu anlama gelir: toplumun nedensel karmaşalarını keşfetmek/ egemen
olan bakış açısının aslında yönetenlerin bakış açısı olduğunu sergilemek/ insan toplumunu
sıkıştıran güçlüklere karşı en geniş çözümleri getiren sınıfın görüş açısından yazmak/
gelişme öğesini vurgulamak/ somut olanı mümkün kılmak ve bundan soyutlama yapmayı
mümkün kılmak.”1

Ona göre gerçek halihazırda var olan sanat ve estetik anlayışıyla ortaya
konulamayacaktır. Brecht, sanatın en önemli işlevinin toplumsal ilişkilerin gizlediği
gerçeğin gün ışığına çıkarılarak “yaşam gerçeğine” ulaşmak” olduğuna inanır. Aksi
takdirde hangi ilerici formda sunulursa sunulursun sanatın, yaşamın suretinin suretini
sunmaktan öteye geçemeyeceğini savunur. Çünkü kişi yaşadığı toplumda, bir yanılsamayı
yaşamaktaydı. Kendi tiyatro ve sanat anlayışının temelini şu şekilde açıklar: “ Tiyatro
dünyayı bize egemen sınıfların görmemizi istediği şekilde görmeyi öğretmişti. Artık
dünya, tek bir sınıfın çıkarları için gerekli olduğuna inandığı sınırlar konulmadan, gelişme
ve sürekli bir ilerleme süreci içinde temsil edilebilirdi ve edilmeliydi. Temelde insanların
büyük çoğunluğunun pasifliğine karşılık gelen izleyicinin pasif tavrı, aktif bir tavra
dönüşmeliydi.” ( Brecht’ten aktaran Wright, 1998, s. 44),

Brecht’e göre, “yanılsamanın” yansıtılması ya da taklidi (mimesis) gerçeğe
ulaşmakta en önemli engeldi. Estetik kuramında, Aristotalesçi tiyatronun ve dolayısıyla
klasik dramanın- bir çok başka öğesi yanında- özellikle bu iki ögesini hedef alır. Bunun
için Epik Tiyatro’yu geliştirir. Brecht klasik tiyatronun ayna işlevi gördüğü yansıtma
amacına yani illüzyonist ve bireyci estetiğe karşılık, gerçeği dönüştürebilme amacına
yönelik eleştirel ve diyalektik estetik’ i sistematize eder (Nutku’dan alıntılayan Parkan,
1991, s. 29).
1 Bloch, Lukacs,Benjamin , Adorno, Fredric, Brecht, “Estetik ve Politika”, çev. Ünsal oskay,Eleştiri yay., sy.
163,İstanbul, 1995

Hiç yorum yok: